21 Ekim 2014 Salı

#17 - Peeping Tom (1960)

Katil: Michael Powell

Suç Mahalli: İngiltere

Öldürme Nedeni: Ölüm anını görüntüleme isteği yaratması


Bu film klasik 60lar korku filmlerinden değil. Hatta o dönemde yapılmış herhangi bir film ile benzerliğini bulmak bile zor. İlk bakışta teması nedeniyle Hitchcock'un ilgisini çekebilecek potansiyele sahip olsa da, filmin tezahürü o kadar da izleyici dostu olmadı. İngiltere'nin en esaslı yönetmenlerinden Michael Powell'ın Red Shoes veya Black Narcissus gibi değişik başyapıtlarına rağmen kariyere elveda demek zorunda bırakmış bir film var karşımızda. Günümüz standartlarında bile izleyiciyi zorlayabilecek teması ve empati kurması imkansız psikotik karakteri ile resmen zor bir sınav gibi. Filmin psikolojik tahlillerinin çok derinlikli olduğunu düşünmedim. Karakterin arka planını bilmek bile bu fikrimde bir değişime yol açmadı. Ama yine de karakterin çaresizce tekrar eden sapıklığına karşı koyamayışı yakından incelenesi bir motif sunuyor. İnsanın kendi dürtü dünyasında ne kadar kontrol sahibi olamadığının güzel bir örneği olan bu film, sanırım bu yüzden sinema tarihinin en nefret edilen filmlerinden biri oldu. Ana karakterinin itici, rahatsız edici, insanları sürekli röntgenlemekten keyif alan ve ölüm anını görüntülemeyi cinsel bir fetiş haline getiren biri olması da filmin sempati derecesini arttırmadı. Öldüren filmler derken, bu seferki biraz da kariyer öldüren cinsten. Üstelik ironik şekilde ölüm anını kurbanına izleten türden bir katilin hikayesi. Acaba Powell kendi filmini tekrar tekrar izlemiş midir?

18 Ekim 2014 Cumartesi

#16 - Naked (1996)

Katil: Mike Leigh

Suç Mahalli: Karanlık Londra Sokakları


Öldürme Nedeni: Basitçe İntihara Sürüklemesi





Mike Leigh kariyeri başarılarla dolu olan, aslında oldukça mütevazi bir adam. İngiliz sinemasına katkıları pek çok İngiliz yönetmenden çok çok daha fazla. Üstelik türler arasında başarı ile geçiş yapabilecek derecede işini bilen ve ölçülü bir adam. Ama benim için en şaşırtıcı yönü, Life Is Sweet gibi neşeli, hüzünlü ama hayat dolu bir filmden sonra kalkıp böyle pesimistik, mizantrop bir başyapıt yaratmış olmasıdır. Mizantropi derken kelimenin tam anlamıyla bunu kastediyorum. Filmin ana karakteri David Thewlis tarafından canlandırılan Johnny, sinema tarihinde insanlığa dair ümitlerini en çok kaybetmiş karakter olabilir. Akrabası olan bir kadına tecavüz ettikten sonra kaçarak Londra'ya giden Johnny, eski kız arkadaşının evini bulmaya ve amaçsızca Londra sokaklarında gezinmeye başlar. Bu sırada rastgele tanıştığı, bazıları sempatik bazıları ise itici ama her biri unutulmaz tiplerle sohbet etmeyi ve hayatın anlamsızlığı, amaçsızlığı üzerine düşüncelerini yaymayı ihmal etmez. Neredeyse yapılandırılmış bir senaryoya sahip olmayan film, tamamen doğaçlama üzerine ilerliyor gibidir. Johnny'nin karanlık ve nihilistik beyninin kıvrımlarında gezinmeye başlayan seyirci, bir süre sonra bu kadar itici bir karaktere nasıl olur da hak verir hale geldiğini sorgulamaya başlar. Leigh'in kariyeri boyunca tekrar ulaşamadığı bir karadelik haline gelen film başladığı gibi karanlık ve belirsiz bir şekilde sona ererken, kendinizi mutfaktaki ekmek bıçağına yönelmiş halde bulabilirsiniz. En azından izlediğiniz son filmin bir başyapıt olduğunu düşünerek mutlu olabilirsiniz.