21 Ekim 2014 Salı

#17 - Peeping Tom (1960)

Katil: Michael Powell

Suç Mahalli: İngiltere

Öldürme Nedeni: Ölüm anını görüntüleme isteği yaratması


Bu film klasik 60lar korku filmlerinden değil. Hatta o dönemde yapılmış herhangi bir film ile benzerliğini bulmak bile zor. İlk bakışta teması nedeniyle Hitchcock'un ilgisini çekebilecek potansiyele sahip olsa da, filmin tezahürü o kadar da izleyici dostu olmadı. İngiltere'nin en esaslı yönetmenlerinden Michael Powell'ın Red Shoes veya Black Narcissus gibi değişik başyapıtlarına rağmen kariyere elveda demek zorunda bırakmış bir film var karşımızda. Günümüz standartlarında bile izleyiciyi zorlayabilecek teması ve empati kurması imkansız psikotik karakteri ile resmen zor bir sınav gibi. Filmin psikolojik tahlillerinin çok derinlikli olduğunu düşünmedim. Karakterin arka planını bilmek bile bu fikrimde bir değişime yol açmadı. Ama yine de karakterin çaresizce tekrar eden sapıklığına karşı koyamayışı yakından incelenesi bir motif sunuyor. İnsanın kendi dürtü dünyasında ne kadar kontrol sahibi olamadığının güzel bir örneği olan bu film, sanırım bu yüzden sinema tarihinin en nefret edilen filmlerinden biri oldu. Ana karakterinin itici, rahatsız edici, insanları sürekli röntgenlemekten keyif alan ve ölüm anını görüntülemeyi cinsel bir fetiş haline getiren biri olması da filmin sempati derecesini arttırmadı. Öldüren filmler derken, bu seferki biraz da kariyer öldüren cinsten. Üstelik ironik şekilde ölüm anını kurbanına izleten türden bir katilin hikayesi. Acaba Powell kendi filmini tekrar tekrar izlemiş midir?

18 Ekim 2014 Cumartesi

#16 - Naked (1996)

Katil: Mike Leigh

Suç Mahalli: Karanlık Londra Sokakları


Öldürme Nedeni: Basitçe İntihara Sürüklemesi





Mike Leigh kariyeri başarılarla dolu olan, aslında oldukça mütevazi bir adam. İngiliz sinemasına katkıları pek çok İngiliz yönetmenden çok çok daha fazla. Üstelik türler arasında başarı ile geçiş yapabilecek derecede işini bilen ve ölçülü bir adam. Ama benim için en şaşırtıcı yönü, Life Is Sweet gibi neşeli, hüzünlü ama hayat dolu bir filmden sonra kalkıp böyle pesimistik, mizantrop bir başyapıt yaratmış olmasıdır. Mizantropi derken kelimenin tam anlamıyla bunu kastediyorum. Filmin ana karakteri David Thewlis tarafından canlandırılan Johnny, sinema tarihinde insanlığa dair ümitlerini en çok kaybetmiş karakter olabilir. Akrabası olan bir kadına tecavüz ettikten sonra kaçarak Londra'ya giden Johnny, eski kız arkadaşının evini bulmaya ve amaçsızca Londra sokaklarında gezinmeye başlar. Bu sırada rastgele tanıştığı, bazıları sempatik bazıları ise itici ama her biri unutulmaz tiplerle sohbet etmeyi ve hayatın anlamsızlığı, amaçsızlığı üzerine düşüncelerini yaymayı ihmal etmez. Neredeyse yapılandırılmış bir senaryoya sahip olmayan film, tamamen doğaçlama üzerine ilerliyor gibidir. Johnny'nin karanlık ve nihilistik beyninin kıvrımlarında gezinmeye başlayan seyirci, bir süre sonra bu kadar itici bir karaktere nasıl olur da hak verir hale geldiğini sorgulamaya başlar. Leigh'in kariyeri boyunca tekrar ulaşamadığı bir karadelik haline gelen film başladığı gibi karanlık ve belirsiz bir şekilde sona ererken, kendinizi mutfaktaki ekmek bıçağına yönelmiş halde bulabilirsiniz. En azından izlediğiniz son filmin bir başyapıt olduğunu düşünerek mutlu olabilirsiniz.

12 Ocak 2011 Çarşamba

#15 - Sud Pralad (2004)

Katil: Apichatpong Weerasethakul

Suç Mahalli: Tayland’ın kırsalı

Öldürme Nedeni: Bazılarını sıkıntıdan, bazılarını zevkten

Tayland’ın en ilginç ve itici taraflarından birinin 2 adet sansür kuruluna sahip olmaları olduğu söylenebilir. Bunlardan biri dünyanın pek çok ülkesinde değişik derecelerde etkili olan “toplum sağlığını ve ahlak yapısını bla bla bla” şeklinde makaslamakta olan, diğeri ise Tayland kralının kontrolündeki krallık kuruludur. Bu kurul da kafasına göre krala ve kraliyete karşı söylenebilecek her türlü söylemin önünü almakta. Bu koşullar altında Cannes’da altın palmiye almasının ardından Tayland’ın yaşayan en büyük yönetmeni olduğunu söyleyebileceğimiz Apichatpong Weerasethekul’un kendi filmlerinin hiçbirini birkaç kaçak gösterim dışında kendi ülkesinde gösterememesini daha anlayışla karşılarız. Bu bir yandan da üzücüdür, çünkü filmlerinin her biri Tayland insanı, kültürü, mitolojisi ve coğrafyası üzerine güzelleme şeklinde gitmektedir.

Tıpkı şu an bahsedeceğim bu güzide film gibi, hepsi kesinlikle sinema dışında herhangi bir şekilde anlatılamayacak hikayeler anlatmaktadır. Tropical Malady ise, her açında “öldüren film” etiketinin gereklerini karşılamaktadır. Filmin iki yarısı iki farklı hikayeyi anlatıyor gibi görünse de, bu Weerasethakul’un hikayesini değişik reenkarnasyonlardan geçirerek anlatma isteğinin bir sonucudur. Kırsal kesimde günümüzde başlayan eşcinsel bir aşk hikayesi, herhangi bir cinsel boyut kazanamadan, kaplana dönüşebilen bir şamanın hikayesi ile ortadan ikiye bölünür, ve yönetmenin kişisel hikayesini anlatmaya başlar. Çünkü çocuklardan biri aniden bir gün ormana kaçmış ve ortadan yokolmuştur. Diğeri aşkını aramaya ormana gider ve orman uçsuz bucaksız ağaçlıkları, geceleri ortaya çıkan ruhları, onunla iletişim kurmaya çalışan maymunları ve böcek sesleri ile onu kucaklar. Ama sorun sonunda bulduğu ruh eşinin onu parçalamaya çalışan bir kaplana dönüşmüş olmasıdır. Her şey büyük bir estetikle, aceleden ve sahte ışık kullanımından uzak geçer ki Weerasethakul’un izlemesi en zor filmi ortaya çıkar ortaya. Açılış sahnesindeki radyoda çalan thai pop şarkısı sırasında yaptığı minimal zoom bile her adımın ne kadar ince hesaplandığını bir göstergesidir. Ama bir yandan en kişisel olanı filmidir, çünkü kendi hayatının en zor ve karanlık bir döneminde adeta bir terapi gibi çekmiştir bu filmi. Elbette pek çok açıdan sansür kurulundan geçemeyen bu filmi de, yurtdışında değişik ödüller kazanır. Kendisi ise garip bir şekilde ülkesini, evini ve arkadaşlarını sevdiğini, başka bir yere gitmenin, başka ülkenin insanlarını anlatmanın ona göre olmadığını söylemektedir. Filmi izlediğim 1 yıl içinde gittikçe büyümesi ve diğer filmleri ile birleşerek kocaman bir sevgi yumağı haline gelmesi de belki bu yüzdendir; Weerasethakul o kadar uzak ve bize yabancı diyarların hikayelerini anlatmaktadır ki, bu kadarı çok çok az görülür.

21 Ocak 2010 Perşembe

#14 - Blood Simple (1984)


Katil: Joel ve Ethan Coen
Suç Mahalli: Buz gibi Texas
Öldürme Nedeni: Büyük ihtimalle kalp krizi

Coen'ler Amerikan Bağımsız Sinemasının en büyük isimleri olarak anılıyorlar. Üstelik bu umurlarında da değil. Canları çektikçe arsız komedi filmleri (Intolarable Cruelty) çekmek ya da çok başarılı sayılmayacak yeniden çevrimler (Ladykillers) yapmaktan da uzak durmuyorlar. Ve insanlar ne derse desin, bildikleri gibi devam ediyorlar. No Country For Old Men ile sonunda büyük Oscar'larını bile aldılar. Ama daha öncesinde Barton Fink ve The Man Who Wasn't There ile Cannes'da aldıkları büyük ödüllerin yanında maket ödül gibi durduğu kesin. Çünkü kim ne derse desin, sanat adına yaşayan bir avuç dahi arasındalar ve geçen senenin en iyi filmlerinden biri olan A Serious Man'in son sahnesi bile hala bunun en bariz örneği. Tıpkı Fargo'da olduğu kadar yalın, ama içinizde büyüdükçe büyüyor ve sonunda hiçbir yere sığamıyor. Sanki bu dünyaya ait olamayacak derecede güzeller. Hemen hemen her biri.
Yazımızın konusu olan Blood Simple ise, tırnaklarıyla inşaa ettikleri bu kulenin ilk katı. Katıksız bir başyapıt olmak bir yana, yapılmış en etkileyici ilk filmlerden biri. Ve başka hiçbir filmlerinde olmadıkları kadar ciddiler. Açılış sahnesinde bile insanı hortum gibi içine çeken atmosfer filmin dudağı uçuklarla dolduran final sahnesine kadar geçmiyor. Ciddi oldukları kadar da komikler. Çünkü bu film tek bir şeyi anlatıyorsa, o da insanların birbiriyle iletişim kurmakta ne kadar zorlandıklarıdır. Çünkü çoğu zaman birbirini seven insanların, birbirini ne kadar anladıkları şüphelidir. Bu filmde insanlar birbirini konuşmadan anlamaya çalışıyor ve bu da eşsiz bir kara film örneğinin doğmasını sağlıyor. Bir yanlış anlama diğerini doğuruyor. Ve o da bir diğerini. Filmin diğer hiçbir cinayet filminde olmayan detaylarla dolu olması ise insanı altüst ediyor. Genelde öldürülüp bir kenara atılan cesetler, döküldükten sonra buharlaşıp uçan litrelerce kan, burada izleyenin alnına yapışıyor, adeta bir tutkal gibi. Cinayetin izlerini yoketmeye çalışmak demek, kanı ortadan kaldırmak demek. Ama kan öylece gitmeyi istemiyor gibi. Damardan çıktığı andan itibaren bir yılan gibi sürünüyor ve yayılıyor. Her yere. Silmeye çalıştıkça miktarı artıyor ve karakterleri boğmaya başlıyor. Kanı bir yana bırakalım, cesedin kendisi bile apayrı bir sorun. En basitinden acaba bu bir ceset mi? Bir metal parçası insanın canını bu kadar çabuk alıp götürür mü? Peki alıp çöpe atmak yeterli mi? Yoksa bir cesetten kurtulmak zannettiğimizden çok daha mı zor? Ortada kesinlikle paranoyak olmak için çok fazla sebep var, ve bu yüzden bu filmin bir eşi benzeri yok. Bugüne kadar izlediğim tonlarca cinayet sahnesinin arasında en gerçekçi ve en klişeleri altüst edeni bu. Bir insanın öldürülmesine hiç tanık olmadım, ama muhtemelen bu filmde gördüğüme çok benziyordur.
Texas'ın bir yandan kavuran, bir yandan insanı buz gibi yabancılaştıran atmosferi, ve Francis McDormand'ın bu genç haliyle çıkardığı kusursuz oyunculuk da filmin gücünü arttırıyor. Filmin finali ise zaten ritmi bozulmuş kalbimizin kanlanmasını iyice altüst ediyor. Burası daracık bir apartman, ve topu topu bir banyo var belki de. O rezil banyonun bu derece mükemmel bir finale ev sahipliği yapması sadece sinema zekası ile açıklanabilir. Çünkü Coen'ler gibi asla Amerikan film sektörünün en zenginleri arasında olamamış (ve olmayı da umursamayan) insanlar, ellerindeki malzemeyi varolan potansiyellerini bile üzerinde kullanmayı başarıyor. Bu film ise sinemaya adım atmak isteyen insanların bir nevi rehberi olmalı. Çünkü burada matematik düzgün işlemiyor, 2 artı 2 kocaman bir 10 ediyor.

25 Şubat 2009 Çarşamba

#13 - The Cook the Thief His Wife & Her Lover (1989)


Katil: Peter Greenaway
Suç Mahalli: İngiltere
Öldürme Nedeni: Güzellik ve vahşet kavramlarının her iki uç noktasındaki ani geçişleri yüzünden. Bir nevi huzurlu bir beyin kanaması.
"Sinema henüz yapılmaya başlanmadı" yorumunu arada bir "Sinema çoktan öldü, denemeyin bile"ye dönüştüren, sinemaya hiç gitmediğini hala Eisenstien filmlerini tekrar tekrar izlediğini söyleyen Greenaway'in muhtemelen gelmiş geçmiş en muhteşem sanat yönetimine sahip filmi çekmiş olması neye yorulabilir? İçgüdüsel bir estetik duygusuna mı yoksa zekasına mı? Hayatımda pek çok güzel ve pek çok da öldüren film gördüm, hiçbiri bu kadar kusursuz derecede estetik değildi. Her sahne inanılmaz bir simetriye, ışık kullanımına, kostüm tasarımına, oyunculuğa ve dekora sahip. Ve hiçbiri de planlanmış gibi durmuyor! Halbuki filmin adı filmde olacak bitecek şeyleri çok bariz bir şekilde söylüyor. O zaman bu film nasıl oluyor da bir yandan yapılmış en tutkulu sevişme sahnelerini içermeyi başarıyor, nasıl her sahnesinde insana dilini yutturuyor, nasıl ayrıntılar içerisinde kaybolup gitmiyor ve nasıl bu derece yoğun duygularla dolu? Greenaway'in röportajlarını okuyan pekçok kişi onun radikal sinema bakış açısından dolayı pek ciddiye alınmayacak biri olduğunu düşünmüş olabilir, ama bu insanlara hiçbiri The Cook The Thief His Wife & Her Lover'ı izledikten sonra en az birkaç saat boyunca kendine gelebilmiş değildir.
Filmin sürprizlerini, güzelliği, ayrıntılarını bozmak istemiyorum. Ama filmi son 1 yılda birkaç kere izledim ve bir seferinde sadece renk kullanımını izlerken, bir keresinde kostümdeki oyunları, bir keresinde de göndermeleri yakalamaya çalıştım. Ve bir yandan dehşet verici senaryosuna her seferinde kapılmadan edemedim. Yeşil, kırmızı ve beyaz arasındaki gel gitlere dikkat çekmek istiyorum. Ayrıca Helen Mirren'in kostümlerindeki ufak oyuna ve kariyerinin zirvesi olan tutkulu oyunculuğuna da. Ve eğer, uzun süren tek planlardan hoşlanıyorsanız, (ki sanırım sinema konusunda en engel olamadığın fetişim budur.) ihya olmaktan göklere yükseleceksiniz.
Ve tabi sürprizini bozmayacağım, ama sonunu izledikten sonra neler hissettiğinizi buralara bir yere yazarsanız sevinirim. Tabi hala hayatta olursanız.

16 Mart 2008 Pazar

#12 - Safe (1995)

Katil: Todd Haynes

Suç Mahalli: Amerika

Öldürme Nedeni: Modern toplumdan soğutması, yemekten içmekten kesmesi.

Todd Haynes'ın başyapıtının Velvet Goldmine ya da Far From Heaven olduğunu düşünüyorsanız, bu bulması zor filmi izleyin. Haynes ikinci filmi ile öyle rahatsız edici, okumalara açık ve karanlık bir film yapmış ki, ömrüm boyunca içinde bir damla kan içermeyen bir filmden bu kadar çok korkmamıştım. Üstelik Julianne Moore ile bu ilk ortaklığında, tamamen tek bir karakterin üzerine yoğunlaşıyor: Carol White. Zengin kocası, üvey oğlu ve günlerini spor salonunda geçiren kendisi gibi zengin beylerin eşleri onun tüm dünyasını özetliyor. Hiçbiri ile tam olarak bir ilişki kurduğu ise söylenemez. Günlere katılıyor, kocasının iş yemeklerine gidiyor, yeni evini en kaliteli eşyalarla döşemeye çalışıyor. Başta ufak bir rüya gibi başlayan hayatı, bir anda vücudunun verdiği ileri derecede alerjik reaksiyonlarla kabusa dönüşmeye başlıyor. Kaşınıyor, öksürüyor, nefes alamıyor, kusuyor. Bunun nedeni ise her şey. Yaşadığı dünyadaki egzos gazlarından, yediği katkı maddeli ürünlere böcek ilaçlarına kadar, perma cihazının radyasyonundan yüzünü boyadığı kozmetik malzemelerine kadar; her şey! Film zamanla büyüleyici sahnelerle dolu, yer yer akıl almaz derecede rahatsız edici bir hal alıyor. Özellikle çaresi olmayan hastalıklardan korkan biriyseniz, bu filmin sizi çok etkileyeceğini söyleyebilirim. Ama elbette ki Haynes'ın asıl derdi katkı maddeleri falan değil. Sinema tarihinin en muhteşem sınıf eleştirilerinden birini yapmak. Zaten film boyunca bu alerjik reaksiyonlara doktorlar bir neden bulamadıkları gibi, siz de hepsinin kadının psikolojik tepkileri olduğunu düşünüyorsunuz. Çünkü kadın yaşadığı hayattan ne kadar sıkıldığına dair ufak ipuçları veriyor sürekli. Psikiyatriste ile olan konuşmasında kafasına takılan kim olduğuna dair soru işaretleri onu sardıkça, astım krizleri geliyor. Sonunda ise bir dağın tepesindeki, kendisi gibi olan insanlarla bir klinikte yaşamayı kabul ediyor. Film bundan sonra rahatlamak yerine daha rahatsız edici bir hal alıyor. Çünkü aşağıda bilimin soğukluğu karşısında kendini çaresiz hisseden Carol, dağda dini öğretilerle iyileştirilmeye çalışılıyor. Hastalığı iyiye gitmiyor ama. Filmin yarısını elinde oksijen tüpü ile koşarak geçiriyor. Kendisini ziyarete gelen kocasının parfümünü bile kaldıramayacak duruma geldiğini farkediyor. Kendisini bu insanlara kaptırmak dışında yapacak bir şeyi olmamasına rağmen, bir süre sonra oraya yerleşiyor ve son sahne ile birlikte, güvende (safe) olabilmek için tek yolun kendisini bir kasaya (safe) kapatmak olduğunu farkediyor. O son sahnenin yarattığı etkiyi, ancak 2001: A Space Odyssey'in sonu yaratmıştı herhalde. Carol'ın aynaya bakıp "seni seviyorum" diye mırıldandığı sahne sona erdiğinde, hayatım boyunca bir daha dondurulmuş ürün, cips, dondurma, katkılı meyva suyu, sosis ve benzeri market ürünlerini yiyemeyeceğimi düşünmüştüm. Yer yer morarmış yüzünün, rengi solmuş teninin karşısında ben ne kadar irkildiysem, o da o kadar sevgi doluydu. Bir şekilde veya diğer şekilde, bu dünyaya ait olmayan uzaylılara bir çıkış yolu bırakmadı film.

27 Şubat 2008 Çarşamba

#11 - Tetsuo (1989)

Cinayet ile ilgili tüm ayrıntılar: Shinya Tsukamoto

Öldürme Nedeni: Nereden geldiği belirsiz bir şekilde saplanıveren metal çubuklar, şişler, kazıklar ve diğerleri...

Tetsuo hakkında çok fazla konuşulacak bir film değil. 80lerin sonunda siyah beyaz olarak çekilmiş bir kabus olarak adlandırılabilir. Kabus derken tam olarak bir kabusu mu kastediyorum, yoksa yer yer absürdlüğü ile güldüren bir hayali mi kastediyorum bilmiyorum. Emin olduğum yegane şey, David Cronenberg'in bu filmi izlediğinde çok kıskandığı. Sonuçta karşımızda metal fetişisti bir başkarakterimiz var ve vücuduna saplanıveren metallerin istilasına uğruyor yavaşça. Gore konusunda kendini esirgemediği gibi, mide bulandırmaktan da çekinmiyor, hatta adamın penisinin dev bir matkaba dönüştüğü sahne ve ardından gelen ultra saçma sahneler ile güldürmeye de utanmıyor. Kısacası film bir bütünlük kurmamak için elinden geleni yapıyor. yine de rahatsız edici ve eğlenceli dakikalar sunuyor. bu filmden sonra parmağınıza batan toplu iğnelerin ya da kolunuza giren şırıngaların sizi rahatsız edeceğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz.

dipnot: çoktan akira'yı izlemiş olanlar tahmin etmiştir, bu filmde başkarakterin adının tetsuo olduğu asla söylenmiyor. ama akira'daki efsanevi tetsuo ile benzerliği direk kendini ele veriyor.

30 Aralık 2007 Pazar

#10 - Koroshiya 1 (2001)

Cinayet: Takashi Miike

Plan: Sakichi Satô

Suç Mahalli: Japonya

Öldürme Nedeni: Ichi ile tanışıp da hayatta kalabilen kaç kişi var ki? Er ya da geç boynunuza sivri bir ayakkabı darbesi yiyeceğiniz kesin.

Son yılların en seri katillerinden biri Miike, times dergisi tarafından da takip edilmesi gereken en iyi 10 genç yönetmenden biri ilan edildi. Bir yandan da çok yönlü bir adam. Audition'daki sona gizlenmiş şiddeti, artık korkunç veya şok edici olmaktan çıkarıp tüm filme yayıyor ve arka fona da esinlendiği manganın hikayesini döşüyor. Ichi the killer belki de şiddeti bu denli normalleştiği için, bu kadar zararlı olmayı başarıyor. Çünkü film şiddet ve aşk arasında ilişki üzerine kurulu. Kakihara isimli karakterin kendisine yumruk atan adama dediği gibi: "Senin yumruklarında hiç sevgi yok."
Miike'nin tüm filmleri böyle değil elbette, ama her birinde çok ilginç bir fikir her zaman oluyor. Bazıları aksiyon bazıları fantastik bazıları da korku-gerilim olmakla birlikte, bu en acayip yapıtını hangi türe sokacağımı bilemiyorum. İçindeki japon aksiyon filmlerindeki komedi karakterleri bir yana, bolca aksiyon var. Ama hepsinden öte Ichi'nin çok acayip dramını da izliyoruz. Pek çok hissi aynı anda yaşıyoruz. Açıkçası Ichi son yılların en yaratıcı karakteri olsa gerek, ama ondan daha büyük bir fan kitlesi edinmiş Kakihara sadist-mazoşist bir yakuza olarak ondan aşağı kalmıyor. Bir çeşit hipnozun etkisindeki Ichi'nin absürd cinayetleri onu çok daha ilginç bir yere koysa da, Kakihara'nın ölürken çekeceği acıya bile zevk edası ile bakması ve tüm kurbanlarına tam kendisine uygulanmasını hayal ettiği gibi işkenceler uygulaması filmi bambaşka boyutlara, altmetinlere taşıyor. İzleyiciler de salya sümük ağlayan Ichi ile, zevk organımı keseceğim diyerekten dilini kesen Kakihara arasında gidip geliyor. Ta ki Kakihara o arzuladığı karşılaşmayı yaşayana kadar.
O noktadan sonra film ilk izleyişte anlamanın zor olacağı, çok güzel bir final ile sona ediyor. Sonuç olarak bir tek Kikahara istediğine ulaşıyor. O da, kimsenin istemeyeceği tek şeyi istediğinden.
Bu iki efsaneye sevgilerimi sunmaktan, Takashi Miike'ye ise her film aklıma geldiğinde dua okumaktan başka yapacak bir şey gelmiyor aklıma.

7 Aralık 2007 Cuma

#9 - Perfect Blue (1998)

Katil: Satoshi Kon

Plan: Satoshi Kon

Mekan: Japonya

Öldürme Nedeni: İnme inmesi, ani solunum durması, beyin patlaması ve pek çok neden daha.

Satoshi Kon tüm zamanların en iyi anime yönetmenlerinden biri. Bunun da ötesinde günümüzün en iyi senaristlerinden biri. İlk filmi Perfect Blue anime tarzındaki filmlerin en iyilerinden biri, gerilim türündekilerin ise en iyisi belki de. Muhtemelen her şey "David Lynch bir animasyon yapsa nasıl olurdu acaba?" sorusu ile başlamış ve ortaya en baba Lynch filmlerini bile kıskandırabilecek bir film çıkmış. Film mekan ve zaman sınırı tanımadığı gibi, Kon'un sonraki filmlerinde, özellikle Millennium Actress'te görebileceğimiz, film ile gerçeğin birbirine karışması durumundan da faydalanıyor. İlk izleyişte insanın beynini allak bullak ediyor. Konusu ise içeriğe göre kısmen basit. Japonya'da pop şarkıları söyleyen, Amerika'nın girl band'lerine özenen pek çok grup kurulur her yıl. Pek çoğu proje işi bir araya getirilmiş kızlardan oluşur. Kon bu gruplardan birinin yıldızına ve onun kariyerine odaklanmış. Grubun frontwomanı olduğu belli olan ve diğer kızlardan daha popüler olan kız, menajerlerinin isteği ile grubu bırakır ve oyuncu olmaya yönlendirilir. Çünkü bu mantar gibi bitiveren müzik grupları pek fazla para getirmemektedir. Başta Mima'nın hep yanında olan yardımcısı Rumi bu işe karşı çıkar, hatta Mima'ya olan sevgisinden dolayı yıkılır ama Mima onu bugünlere getiren abilerine karşı çıkmak istemez. Grup ile yollarını ayırır ve bir polisiye dizisinde oynamaya başlar. Bir gün bir hayranından aldığı mektupta günlüğünü takip ettiğini söyleyen bir not ve bir web adresi bulur. Adrese girdiğinde kendi ağzından, tamamen doğru olarak yazılmış bir günlük bulur. Başta ciddiye almasa da, her anını röntgenleyen biri tarafından yazılmakta olduğu bellidir. Grubu bırakmasının ardından bir takım tehdit mesajları almaya başlar ve kim olduğunu bilmediğimiz fanatik hayranı tarafından tehdit edilir. Üstelik günlüğünde kendi ağzından yazılan yazılar kontrolden çıkmış ve negatif bir hal almaya başlamıştır. Bir de Mima'nın sürekli çevresinde belirmeye başlayan hayalet bir versiyonu onu rahatsız etmeye başlayınca, Mima kriz geçirme raddesine gelir. O noktadan sonra da film garip bir döngüye girer ve insanı zorlayan, resmen kafa bulandıran anlatımı ile sürüp gider. Rüyalar, gerçekler, dizi sahneleri ve zaman birbirine geçer. Kon'un en büyük başarısı, tamamen kafa bulandırdığını düşündüğümüz bu sahnelerin anlamını finale kadar açıklamaması ve sinema tarihinin en muhteşem kovalamaca sahnelerinden birini sona saklamasıdır. Öyle ki filmi çözdüğümüzü düşündüğümüz anda, ikinci bir darbe ile sesimiz soluğumuz kesilir. Film bittiği andan sonra geçen 5 dakika içinde olayları çözeriz ama artık filmi anladığımıza göre 2. kere izlememiz gerekmektedir. Çünkü burada söylemek istemediğim spoiler tüm film boyunca beynimizi bulandırmıştır ve ancak 2. izleyişte her şey açıklığa kavuşmaktadır. Senaryonun ilerleyişindeki gizem öğesi, farklı karakterleri derinlemesine incelemesi ve içiçe soktuğu her öykünün ayrı bir etkileyiciliği olması filmi bambaşka bir yere koyar. O nedenle daha fazla ağzımdan bir şey kaçırmadan, her animeseverin izlemesinin farz olduğu ama Lynch sineması ve gerilim filmlerinin takipçilerinin bir şekilde izlemesi gereken bu filmi bulup, ölüm kalım mücadelesinde kendi kaderlerini belirlemesini öneriyorum.

Not: Bu film Satoshi Kon'un bu türde yaptığı ne yazık ki tek film. Ardından gelen Millennium Actress yine film ve gerçeği birbirine karıştırmak konusunda mükemmelliğe ulaşsa da göz yaşartan bir atmosfere sahiptir. Ardından gelen filmi Tokyo Godfathers yine Kon'un psikotik karakterlerini içerir ama eğlenceli bir filmdir, ödüllere boğulan 2007 tarihli son filmi Paprika ise birbirinin içine geçen rüyalarda ilerlediğimiz, rengarenk ve absürd bir film olmasına rağmen, gerilim olmaktan öte, mitolojiye uzanan bir film. Kon ustayı her filmi ile bu kadar yaratıcı olabildiği için alkışlamak gerek.

30 Kasım 2007 Cuma

#08 - Life Of Brian (1979)

Örgüt: Monty Python

Suç Mahalli: İsrail

Öldürme Nedeni: Gülmekten ölmek?

Yönetmen koltuğunda Terry Jones'u da görsek, biliriz ki her Monty Python filmi, sinema tarihinin en mükemmel ekibinin ortak çalışmasıdır. Komedi denen tür zaten iki ucu boklu değnek gibidir, çok zeki bir komedi filmi yapmaya uğraşanlar sonunda ellerinde kasıntı bir sürü görüntü ile kalabilir. Aksine sonuna dek salak karakterler ile güldürmek yeri geldiğinde sömürüye varan ve belli bir yaş kitlesinin üstüne hitap etmeyen bir filmin ortaya çıkmasına neden olur. Life Of Brian ise bu iki kriterden de bağımsız, hem salaklığı ile, hem bu salaklığın arkasındaki muhteşem zekası ile güldürüyor, hayran ediyor. Brian adındaki, bebekliğinden itibaren İsa ile karıştırılan, Mesih zannedilen bir adamın hikayesi bu. Dini filmlerdeki klişeleri alaşağı ediyor, kutsal kişileri değil de arada kalanları anlatıyor. Bir yandan sosyalizme giydiriyor, bir yandan kayıtsız şartsız bir şeylere inanmayı çalışanları. Hem Roma'ya karşı gelmesi gereken özgürlükçü kesim bölünüyor, hem de Brian'ı mesih zannedenler daha 5. dakika geçmeden iki adet meshebe ayrılıyor. Her sahnesi o kadar dolu, her karakteri o kadar yaratıcı ki, izlerken kahkahalara boğulmadan önce üzerinizdeki şaşkınlığı atmanız gerekecek. Komedi filmi çekmenin, diğer her tür filmi çekmekten çok daha zor olduğunu farkedeceksiniz. Kusursuz bir denge gerekiyor ki, bu dengede Brian karakterini canlandıran Graham Chapman'ın etkisi büyük. Ayrıca Brian'ın annesi rolünde Terry Jones'un Flying Circus dönemindeki kadın karakterleri canlandırmadaki başarısı burada zirveye ulaşmış. Üstelik buradaki erkek kılığındaki kadınlar, suçluları taşlayarak öldürme ritüeline katılabilmek için erkek kılığına giriyorlar. Dünyanın en komik filmi işte, utanmazca, arsızca, acı çektirene kadar kıkırdamanızı sağlıyor.

21 Kasım 2007 Çarşamba

#07 - Baise Moi (2000)

Katil: Virginie Despentes

Plan: Coralie

Suç Mahalli: Fransa

Öldürme Nedeni: Gereksiz derecede vahşet, pornografi ve sonucunda ortaya çıkan rahatsız edici ve kötü filmin psikolojiniz üzerinde yaratabileceği etkiler. Kendi kusmuğunuzda boğulmak da olabilir.

Virginie Despentes önce bu filmin romanını yazmış, ardından da Coralie isimli şahsa senaryolaştırmış, birkaç porno film oyuncusu ayarlamış ve filmi çekmiş. Muhtemelen oyunculara "Konulu bir porno çekmeyi planlıyorum, birkaç tecavüz sahnesi, birkaç cinayet falan... Her zamanki şeyler yani." demiştir. Üstelik senaryoyu Thelma & Louise'den arakladığı da o kadar bariz ki. İki adet fahişenin erkek egemen toplumda gördükleri şiddete isyan edip, (yanlış hatırlamıyorsam) bir kamyona atlayıp gitmelerini anlatıyor. Yol boyunca da istedikleri erkeği öldürüyor, istedikleri ile yatıyor, istediklerini soyuyorlar. Kafalarına ne eserse o yani. Bu sefer yatmak istedikleri erkekleri onlar seçiyor, kendi değer yargılarına göre ceza veya ödül veriyorlar. Tabi filmden bu kadar derin anlamlar çıkaracağınızı sanmayın. Filmin başındaki tecavüz sahnesinden itibaren yoğun bir sömürü sineması altında olacaksınız. Bir de yöntemenin ilk filmi olduğunu hesaba katarsanız, filmin çekimlerinin amatörlüğü ile canınızı sıkacağını söyleyebilirim. Yine de filme hafif bir "dogma" havası katmıyor değil. Ayrıca senaryonun gelişimi de mantıksızlıklarla dolu. Şiddet dolu sahnelere öyle bir sırtını yaslamış ki, dramatik kurgu ortadan kalkmış. Yani bu iki kadın, yolda öylesine yürürken karar veriyorlar böyle bir şeye. Kulağa ilginç geliyor olabilir ama film sırasında yüzünüzü ekşiterek bakıyorsunuz. Tabi filmi sevmek de mümkün, ben öyle yaptım. Öncelikle filmin sonuna kadar kendinizi kaptırmamaya çalışın, şayet sömürü sinemasına mesafeli bir yaklaşımınız varsa, bu filmin içine çok fazla giremeyeceksiniz demektir. İşte o zaman, izlediklerinizden kendinize göre bir haz alabilirsiniz. İsterseniz porno, isterseniz midenizi denemek için bir test olarak kullanabilirsiniz. Ama ciddiye alacak olursanız, çok rahatsız olursunuz. Ve söz konusu böyle berbat bir film olunca, "dışkı" yoluna gitmeyin isterim ben.

17 Kasım 2007 Cumartesi

#06 - Le Locataire (1976)

Katil: Roman Polanski

Plan: Gerard Brach ve Roman Polanski

Suç Mahalli: Fransa

Öldürme Nedeni: İntihara teşvik edebilecek derecede transa neden olması. Üstelik ölmezseniz kendinizi tekrar pencereden atabilirsiniz.

Polanski'yi bugün sevmeyenlerin en büyük malzemesi, The Pianist ile yahudi lobisine yaranmaya çalıştığı teorisi. Polanski'nin neden böyle bir şey yapmak isteyeceği belli değil. Kendisi yaşayan en büyük birkaç yönetmenden biri ve elbette yeni filmleri (mesela Oliver Twist) eskiler kadar iyi olmasa da, The Pianist belki de son başyapıtı. Üstelik Cannes'da Altın Palmiye aldığı jurinin başkanı da David Lynch! (kendisi Irreversible'a vermek istemiş gerçi.) Bu döngü böyle gidedursun, Polanski ile Lynch'i birleştirebilecek yegane nokta, Polanski'nin en eski, efsane 3 filminde saklı. Rosemary's Baby, Repulsion ve The Tenant ismi ile de bilinen La Locataire. Bu 3 filmin de ortak özelliği, yakınlarınıza ya da tanımadığınız insanlara duymanız gereken güveni sorguluyor oluşu. Üstelik The Tenant'ın başkarakteri, ne gariptir ki Polonyalı olan ve yönetmenin kendisi tarafından oynanan Trelvosky, Rosemary Greenwood kadar kötü bir durumda değildir. En azından hayat arkadaşı tarafından şeytana satılmamıştır. Aksine kendisi Polonya'dan Fransa'ya gelmiş, hiçkimsesiz, garip bir kiracıdır. Kendisinin en büyük derdi ise, yaşadığı ülkede gördüğü (ya da görmekten korktuğu) 2. sınıf insan muamelesidir. Fransız olmadığı her farkedilişinde "Yabancıyım ama Fransa vatandaşıyım." diyerek, insanların gözündeki yerini toparlamak ister. Yine de bilinçaltında bunu başaramaz sanki. Sanki diyorum, çünkü kimsenin film ile ilgili kesin bir çıkarım yapabileceğini sanmıyorum. Trelvosky zamanla yaşadığı o garip mimariye sahip apartmandaki komşuları hakkında garip sanrılara kapılmaya başlar. O kiralamadan önce, evde yaşamış ve intihar etmiş olan kadının da arkada bıraktıkları onun hayalgücünü tetiklemektedir. Zamanla bu sanrılar, çok absürd sahneler ile abartılı şekiller bulmaya başlar. Zamanla Trelvosky'nin odası, apartmanın görüntüsü ve hatta kendisi bile değişir. Peruğunu takıp, kendini eve kapatır. Apartmanın avlusunda maç yapan çeşit çeşit kiracı ise olaya tuz biber katar. Polanski'nin yolculuğu ise esrarengiz bir tuvalette anlam bulur. (ne anlam ama!) Taşındığından beri, koridorun sonunda olduğu ona söylenen, ama kendisinin henüz gitmediği tuvalet. Zaten geceleri de o tuvalette (ufacık bi tuvalet aslında) garip bir şeyler dönüyordur. Birileri oradan ısrarla kendisine bakmaktadır. Tabi tuvalete vardığı an, duvarda gördüğü hiyeroglifler pek kafamızdaki karmaşayı temizlemese de, Trelvosky'nin acilen kakasını yapması gerektiğini düşündürür. (Belli ki aslında çok sıkışmıştır.) Tüm bu şahane saçmalıklar silsilesi sargılar içindeki eski kiracının hayali midir, Trelkovsy'nin aklından geçenler midir, hakkaten kendisi kişilik bölünmesi yaşayıp ortalığı dağıtmış mıdır, kendisinin cinsel yönelimler ile ilgili garip saplantılar mıdır, yoksa hepsinden öte Fransa'da yaşayan bir yabancı olarak ne kadar "alien"laşabileceği midir bilinmez. Şu an emin olduğum yegane şey, Polanski'nin Lynch'den önce bir Lynch filmi çekmiş olması ve Eraserhead ile tam olarak ispat edemeyeceğim bağlantısı. Çok, çok garip bir hipnoz seansı bu film.

12 Kasım 2007 Pazartesi

#05 - Der Siebente Kontinent (1989)

Katil: Michael Haneke

Plan: Tabiki Michael Haneke

Suç Mahalli: Avusturya Banliyöleri

Öldürme Nedeni: İleri derecede akut ve bazen kronikleşebilen depresyon. Ardından gelmesi muhtemel intihar ve kanser tabloları.

40 yaşında sinema yapması gerektiğini farkettikten sonra, çektiği ilk film ile herkesi yamultan sevgili Haneke, bugün Avrupa'nın yaşayan en büyük yönetmeni olarak görülmeyi az çok hakediyor. Bu kadar kusursuz bir ilk filmin arkasında ne gibi teknik detaylar yatıyor bilmiyorum, ama Haneke'nin deha olduğunu kabul etmek gerek. Dibine kadar Marksist bir söylem üzerine kuruyor filmini, ama izleyici üzerinde de çeşit çeşit deney yapıyor. Kendisini deneysel sinemanın içerisinde görmekte de haksız değil. Aklınıza gelebilecek her Haneke filminde izleyicinin tüm algısı ile oynayan birkaç öğe bulunur. Bu film ise, "burjuvazinin çöküşü" olarak nitelendirebileceğimiz, 3 bireyden oluşan bir çekirdek ailenin 3 yılını anlatıyor. İlk yıl, aile maddi anlamda hızla yükseliyor, ikinci yılda vardıkları tepe noktasının kocaman bir boşluktan ibaret olduğunu anlıyor ve son yılda ise hayatlarından kaçmanın yollarını arıyorlar. Bu sırada Haneke, akvaryum ya da araba gibi film adına önemli izolasyon metaforlarına başvuruyor. Bir yandan da filmin büyük bir kısmı boyunca oyuncularının yüzüne değil de, günlük hayatta etkileşime girdikleri objelere çeviriyor kamerasını. Böylece tekrarlanıp duran o "sıkıcı" sabahların pek çoğunu yaşadığımızı çok iyi hatırlıyoruz. Sabah annemizin uyandırıp, önümüze bir adet yumurta koyduğunu ve ardından çantamızı sırtımıza alıp, çok süper birer birey olarak yetişmeyi amaçladığımız okullarımıza gittiğimizi... Ya da ailecek alışverişe çıkıp sepeti doldurabildiğimiz sürece kendimizi varlıklı ve mutlu hissettiğimizi... Misafirliğe gidecek babamızdan bize "güzel bir şeyler" getirmesini istediğimizi... Haneke'nin filmi büyük bir yükselme ile açılıyor: tüm dünyevi sorunlarından arınmış bir aile. Ama küçük kızda bir şeyler garip gidiyor. Kör olduğuna dair yalanlar söylüyor okulda. Annesi ise bunu bir yere bağlayamıyor, ama zamanla bunu kızının yalnızlığı nedeniyle yaptığını farkediyor. Bu arada baba işinde yükseliyor ve patronunun işini kapıyor. Zaten anne büyük bir miras sahibi ve bilmemkaç odalı, buzdolabı ağzına kadar dolu evde hep beraber yaşayıp gidiyorlar. Ama gülümseme, huzur çok eksik bu evde. Daha çok ailenin 3 bireyi de, yaşı farketmeksizin, "Ne yapıyorum ben?" hissi ile yaşıyor her günü. Ya da daha doğrusu "Hayat gerçekten bu mu? Ben bu hayattan zevk alıyor muyum?" Haneke'nin bu sorulara verdiği cevap ise su götürmez şekilde sert bir "Hayır" oluyor. Öyle ki, ondan daha sert kimse vuramazdı herhalde yüzümüze, hayatımızın ne kadar boktan bir kısır döngü içerisinde dönüp durduğunu. Ve eğer toplu intihar ile hayatına son veren bu 3 kişilik ailenin, öldürülmesi çok tartışmalı kızı büyüseydi, o da annesinden ve babasından farklı bir dünyada yaşamayacaktı. Üstelik Haneke'nin söylediğine göre, en çok tepki aldığı konu, küçük kızın öldürülmesi değilmiş. Kocaman karizmatik akvaryumun kırıldığı ve binlerce şilinin klozeti boyladığı sahnelerde insanlar ayağı kalkmış. Eminim, bu filmi izleyen hemen herkes, o sahnelerde "Hayır yapma" tepkisi vermiştir kısa süre de olsa. Herhalde izleyicinin üzerinde oynadığı en büyük oyun bu Haneke'nin. Kendiniz ve dürtüleriniz ile yüzleştikten sonra, işte izlediğiniz en karanlık ve depresif filmi izlemiş olmanın düşündürttükleri ile kendinizi hayatınızı düşünmeye başlıyorsunuz. Kafanıza kocaman bir sopa yemişcesine, üstelik bir çözüm yolu bulamadıkça daha da kıvranacağınıza ve çok geçmeden veremden öleceğinize garanti veriyorum. Yeter ki, tüm ev eşyalarının teker teker kullanılmaz hale geldiği o sahneler boyunca, Haneke'nin hayatınızla nasıl dalga geçtiğini, nasıl intikam aldığını hatırlayın.

11 Kasım 2007 Pazar

#04 - Inland Empire (2006)

Katil: David Lynch

Plan: David Lynch

Cinayet Mahalli: Hollywood

Öldürme Nedeni: Aşırı aktivasyon sonucu beyin patlaması?

David Lynch'in son yaratığı, Venedik Film Festivali'nde gösterilen en uzun deneysel film. Mulholland Drive'ın üstünden geçen 5 yıl boyunca Lynch takipçileri o kadar büyük bir merak ve beklenti ile dolmuştu ki, herhalde bu filmden başka hiçbir şey yetmezdi onlara. Tam tamına 180 dakikalık, katıksız bir linç filmi. Laura Dern'in oynadığı karakter üzerinden giden film, rüyalar, karakter değişimleri, anlamsızca araya giren sahneler, absürd diyaloglar ve tecavüze uğramış bir kurgudan ibaret. Lynch'in Mulholland Drive'da tüm kariyerini özetleyen bir film çektiğini söyleyenler, bu film için tam olarak ne diyebilirler bilmiyorum. Sonuçta bu film, Mulholland Drive ve Lost Highway ile birlikte girdiği yolun, gidilebilecek en uç noktası. (Bu lafımı bir sonraki filmini izlerken yerim umarım.) Nikki Grace isimli hali vakti yerinde, başarılı oyuncu, bir rolü kapmak istemiş ama alamamıştır. Evine gelen garip görünümlü komşusu ile muhabbet ederken, bu medyumvari kadının pek çok şeyi bildiğini, en azından deli saçması şeklinde dırdır konuşurken "ilginç" noktalara parmak bastığını görür. Bu noktadan sonra da filmin gerçeklikle bir alakası kalmıyor. Sanki muhabbet boyunca Nikki'nin aklına hatta bilinçaltına girip çıkan sonsuz sayıda sahne ile uğraşmak zorunda kalıyoruz. Bu sahneler genelde Nikki'nin oynamak istediği film ile ilgili bir takım esrarengiz hurafeler uydurması, ardından da oynadığı karakter ile yer değiştirip, zamanla çok daha fazla karakteri bölünmesi ile ilgili oluyor. Bazı sahnelerde Lynch, başkarakteri, pek çok kadını (elbetteki onun kafasındaki kadınlar bunlar) bir araya getirip onları konuşturarak anlatıyor. Araya neden koyduğunu bilemediğimiz bir takım sahneler ve diyaloglar sıkıştırmayı da unutmuyor. Tahminen Lynch bunları kendi sürreal hikaye anlatısında bir yere oturtabiliyor ama biz izleyiciler 3 saatlik maratonu takip ederken helak olup gidiyoruz. Bu sefer dijital kamerayı eline almış olmasının verdiği şevk ile yapmadığını bırakmıyor. Oyuncuların burnundan yaptığı çekimlerden, gece sokaklarda paldür küldür ilerlediğimiz sahneler kadar... Tabi yine de sonuç, görsel olarak mükemmel oluyor. Birkaç kez cinnet geçirme tehlikesi ile boğuşsak da, her seferinde bir kare veya cümle insanın zihninde yankılanmaya başlıyor. Sanırım Lynch, her ne kadar bir seri katil olsa da, insanları öldürmek istemeyecek kadar iyi niyetli bir insan. Daha çok onların kendi kendini öldürmesine neden oluyor. Çünkü belki de bir Lynch filmini izlerken, anlamlandırma çabasına girmeye gerek yok. Lynch bir şey anlatmak istiyor ise eğer, -böyle bir şey var mı yok mu, bir tek kendisi biliyor- bunu cümlelerle ya da olay dizisi ile değil de, akıp giden karelerin yarattığı duygu seli ile yapıyor. Korku filmi tadında sahneler, polisiye olaylar, araya giriveren şahane müzikal kısımlar... Elbette bütün bunlar "senaryo" denen meretin ne kadar gereksiz olduğunu bir kez daha düşünmemizi sağlıyor. Çünkü bir Lynch filminin konusunu bilmek demek, hiçbir şey bilmemek demek. Çünkü sinema görsel bir sanat ve Lynch sırtını edebiyata dayayarak kendini tatmin edemiyor. Patlayan beyinlerin sinema perdelerine sıçrayan parçalarını görmeyi seviyor. Buradan onu saygı ile selamlıyor ve bizi bir 5 yıl daha bekletmemesini şiddetle rica ediyorum. En azından araya sıkıştırdığı kısa filmleri erken bunamamıza yol açmaya devam etsin. Ya da bu film için çektiği onlarca saatlik görüntülerin filme girememiş kısımlarını yayınlasın. Ne yaparsa yapsın, biz hayatta kalanların, yan gelip yatmasına izin vermesin.

10 Kasım 2007 Cumartesi

#03 - The Thing (1982)

Katil: John Carpenter

Plan: Bill Lancester

Suç Mahalli: Amerika (Antartika)

Öldürme Nedeni: Korkudan ölmek, intihar etmek, paranoyaklaşmanın ardından gelen akraba ve arkadaş katliamları. Seç beğen al.

Yapılmış en acayip re-make olduğunu söylesem, yalan söylemiş olmam herhalde. Mr. Carpenter'ın paranoya ve esrar üzerine kurduğu başyapıtı, öyle kolay yutulur cinsten bir şey değil. 1951'teki ilk versiyonu The Thing From Another World döneminin komünizm paranoyasını altmetinleştiren en başarılı korku filmlerinden biriydi. Göstermeden, tamamen ima ederek çok garip bir başarıya imza atıyordu. Carpenter ise, etrafa dağılan et parçalarını, sağda solda beliren "garip" insanları tek tek gösteriyor. Ama bu filmin etkisini düşürmek yerine, onu "yaratık" ile değil, paranoya ile korkmaya daha müsait yapıyor. Film Antartika'da araştırma yapmak üzere kurulmuş bir ABD üssünde başlıyor. Üs dediysek öyle teknolojik bir şeyler hayal etmeyin. Uçsuz bucaksız karların ortasında birkaç binadan oluşan, birkaç bilgisayar bulunan, genelde insanların "oturmak" ve "vakit geçirmek" dışına bir şey yapmadığı bir üs bu. Film ise Carpenter'ın kendi bestesi ile başlıyor ve buz gibi havada koşan bir "kurt" hayvanını takip ediyoruz. Bizimle beraber bir helikopter de bu küçük hayvanı takip ediyor ve sürekli kurşun sıkıp duruyor. Ta ki kurt, karakterlerimizin boş boş zaman geçirdiği, sıcak ve tatlı üssü bulana kadar. Helikopterden çıkan adamın köpeği öldürmekle ilgili obsesyonu bir yana, ufak da bir sorunu var: İngilizce konuşamıyor. Bu nedenle köpeği neden öldürmek istediğini anlatamıyor, bununla birlikte son bir deneme yaparak köpeği değil, ama kendini havaya uçuruyor. Bunun üzerine karakterlerimiz absürd olayın etkisini atmak üzere viskilerini yudumlamaya devam ediyorlar, sevgili kurtu da diğer kurt köpeklerinin olduğu kafese kapatıyorlar. Bu noktadan sonra film gördüğünüz en rezil durumdaki tuvaletten daha tiksinç, ama daha etkileyici bir hal alıyor. Köpeğin içinden çıkan şey, öyle bir şey ki, etkilediği yaratığı kendine dönüştürdüğü gibi, tekrar onun eski haline dönüyor. Yani dış kabuğu "o" iken, içinde pusuya yatarak ele geçireceği başka canlıları bekliyor. Bir saniye önce köpekken, hemen ardından garip uzantıları olan, antenli, yamuk bir kafaya sahip, vantuzlu bir yaratığa dönüşerek, etrafa yapışkan enfektif bir sıvı fışkırtabiliyor. Daha da korkuncu, yaratığın bir şekli olmadığı gibi bir sınırı da yok. Her şekilde, her yönde, her türde dönüşebilir ve büyüyebilir. Elbette bunun ekip içerisinde farkedilmesi ile herkesi inanılmaz bir paranoya yumağı sarıyor. Bu 10 küsür kişiden biri veya birkaçı "şey" ama bunu anlamanın tek yolu, bu kişiyi ateş ile test etmek. Çünkü bu "şey" ateşi kesinlikle sevmiyor ve de bu şey için geceleri -50 derece olan Antartika'da hayatını sürdürebileceği en ideal yer insan vücudunun içi. Tabi olayların gelişimi sırasında yaşadığınız dumuru atlattığınız ikinci yarıda karakterle birlikte inanılmaz kriz verici bir takım paranoyalara yakalanıyorsunuz. Çünkü herkes şüpheli gibi, herkes birbirinden şüpheleniyor ve bu "şey"lerin 1'den fazla olması ihtimali de olaya tuz biber ekiyor. Filmin son sahnesine kadar da bu durum devam ediyor. Sonunda tüm ümidimizi bir "test"e bağlıyoruz. Parmaklardan damlayan kanlara batırılan kızgın tele bakarken, bir kez daha ummadığımız yönden yiyoruz yumruğu. Carpenter sürekli, sürekli, sürekli olabilecek en delirtici gerilimi ve korkunç görüntüleri yakalamayı başarıyor. Hatta artık buna uyum sağladığımız filmin sonlarında bile bizimle oynamaya devam ediyor. Tahminen yapılmış en korkunç filmi yapıyor ve bittikten sonra bir süre etkisini kaybetmiyor. Çünkü en "bö!" film olmaktan uzak, tamamen insanların bir arada sıkışıp kaldıkları ve güven ile iktidar denen olguların başka diyarlarda kaldığı bir hikayeyi anlatıyor. 60 yaş üstü kalp hastaları ve 15 yaş altı çocuklar için ölümcül olabilecek, aradaki kitle için ise insanı katil etme potansiyeline sahip bir "şey" bu.

9 Kasım 2007 Cuma

#02 - Crash (1996)

Katil: David Cronenberg

Azmettiren: J.G. Ballard ve aynı isimli romanı

Plan: David Cronenberg

Suç Mahalli: Kanada

Öldürme Nedenleri: Bu filmi izleyenlerde genel olarak 2 temel ölüm sebebi görülüyor. İlki trafikte hız yapmanın ve karşıdaki arabaya çarpmanın nasıl bir his olduğuna dair verdiği merak sonucu. İkincisi ise cinsel amaçlı vücuda sokulan metal cisimleri yol açtığı kanamalar ve enfeksiyonlar.
En az filmin yönetmeni Cronenberg kadar insanların hayatını karartmaktan hoşlanan şahane yazar J.G. Ballard, Crash isimi romanını yazarken aklından binbir türlü metafor ve oyun geçiyordu herhalde. New flesh ile kafayı bozduğu dönemlerde, Cronenberg de bu kitaba rastladı. İşte acımasız ikilinin bir araya gelmesini sağlayan ortak yön bu oldu. Cronenberg Videodrome, (yine bir uyarlama olan) Naked Lunch ya da The Fly gibi eserlerinde insanın ve teknolojinin bir araya gelebileceği bir yol arıyordu. Ballard ise modern zamanların "cilalı" dünyasının içinde kendine yer edinememiş ve hayatın tepe noktasını insanların birbiri ile çarpıştığı anlar olarak kodlayan kitabı ile ona harika bir malzeme verdi. Uzaktan bakınca Crash, hastalıklı, çok çok hastalıklı bir filmdi. Geçirdiği trafik kazasının ardından kendini garip arzularla dolu bulan bir porno film yönetmeninin, tanıştığı yeni insanların, girdiği yeni dünyaların, metallerle-yaralarla-yara izleriyle dolu hikayesiydi. Filmin pek çok kişinin midesini kaldıracak kadar penetrasyon merkezli olması ve en masum sahnede bile arkada bir cinsel metaforun varlığı, kesinlikle pazar akşamlarını film izlemeye ayıran anne-baba-çocuğa göre değildi. Elbette Cronenberg, tekrar "sıradan insan"ı alaşağı edip, yeniden yaratmak istemiş, dışarıdan "normal" görünen insanların bir dış etki ile açığa çıkan gerçek arzularını kullanmayı becermişti. Öyle ki bu filmde arabada yapılan sekslerin, birbirine büyük bir hızla çarpan arabaların, motordan çıkan dumanların ve inanılmaz yoğunluğu ile yarattığı güçlü kalp atışlarının hattı hesabı yok. Üstelik bir kişinin ölümüne neden olan araba kazasını, iki kişinin yaşadığı en kuvvetli orgazmdan bile kuvvetli olduğunu savunabilecek kadar cürretkar. Çünkü bu filmi izlerken, ne gördüğümüz arabalar gerçekten araba, ne bu insanlar gerçekten her gün karşımıza çıkıyor, ne de içinde en ufak bir sapkınlık var. Hepimizde ne kadar varsa, bu insanlarda da o kadar var. Sadece açığa çıkmayı bekleyen, parlak ve cilalı arabaların arasında sıkışıp kalmış ruhlarımız, kendini belki de bu kadar büyük değil de "zevk alınan ufak sapıklık"lar ile besliyor. Bu film ise, insanı araba sürerken "ya şu karşıdan gelene 100 ile çarparsam ne olur" diye inceden inceye düşünmeye ve karanlık arzuları ile barışık olmaya çağırıyor. Olabildiğince etkileyici ve ölümcül bir çağrı.

8 Kasım 2007 Perşembe

#01 - Hotaru No Haka (1988)

Katil: Isao Takahata

Plan: Akiyuki Nosaka'nın romanından Isao Takahata

Suç Mahalli: Japonya

Öldürme Nedenleri: Kurbanlar genelde filmin ardından gözyaşı bezlerinin kanserleşmesi nedeni ile ölüyor. Bir kısmının da veremden ya da günlerce yemek yiyememe sonucunda açlıktan öldüğü bildirilmiştir.

Takahata-kun'un belki de ikinci dünya savaşı ile ilgili yapılmış filmler arasında en acılı, en korkunç, en dehşet verici, en çarpıcı filmi yapmış olması ve üstelik bunu rengarenk bir animenin içine sığdırmış olması akıl almaz bir durum. Genellikle Grave Of The Fireflies adı ile bilinen bu yapıt, Japonya'da bir tren istasyonunda, açlıktan ölmek üzere olan bir sürü dilenci görünümlü çocuğun arasında başlıyor. Daha ilk cümleden bıçağını hazırlıyor üstelik: "21 eylül 1945, öldüğüm gün..." Bunu sonradan filmin ana karakteri olacak Seita'dan duyuyoruz. "Başımıza geleceklerden az çok haberdar olduk en azından" diyorsanız yanılıyorsunuz. Film akabinde başa dönüyor, ve olayları sırası ile yer yer duygu sömürüsüne varan bir çıplaklıkla izliyoruz. Evlerinin bombalanmasının ardından ortada kalan iki sevimli çocuğun babası deniz subayıdır ve çıktığı yolculuktan dönmemiştir. Anneleri ise bombalama sırasında yanmıştır, gerçi biz onun kurtlanmış cesedi ile de hemencecik karşılaşırız. Ardından küçük sevimli kız kardeşine bakmak zorunda kalacak olan Seita'nın çaresizlikle kıvranmasını yaklaşık bir 70 dakika boyunca izleriz. Daha ilk dakikada duygularınızı eline geçiren film, son sahneye kadar onları bir güzel sarsıyor, tırmalıyor, tuz döküp yakıyor. Filmi duygu sömürüsü yapmakla eleştirecek değilim, hemen hemen her açıdan çok güzel bir film bu. Senaryosunda çocuksu saflık ile buz gibi havanın karışımı, başroldeki çocukların harika seslendirmeleri, Takahata-kun'un dönemine göre başarılı çizimleri hiçbir şekilde teknik konularda sesinizi çıkarmamanızı sağlıyor. Elbette bu bir savaş, ve elbette pek çok çocuk öldü, bunu izlerken "ne de olsa gerçek değil, kendimi kaptırmamalıyım" diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu çünkü döneminin Japonyasını olabildiğince gerçekçi bir şekilde anlatıyor. Hem bu kadar güzel, hem bu kadar katlanılmaz olmayı nasıl başarıyor bilmiyorum. Size, eğer daha 30. dakikasında ağlamaya başlamadıysanız, büyük bir sabır sınavı sunuyor. Başkarakterlerimizin kıtlık zamanı hayatta kalmak için sığındıkları halalarının evinde ezilmelerine, ardından gurur yapıp nehir kıyısında bir barınakta yaşamalarına, küçük sevimli Setsuko'nun açlıktan hasta olup derisinin pul pul dökülmesine, hırsızlık yaparak yemek bulmaya çalışmalarına, hatta zamanla sınırları zorlayan bir inorganik besin ziyafetine kadar yer yer duygusal anlamda yer yer de ruhsal anlamda sabır göstermeniz gereken pek çok temaya yer veriyor. Hele son 10 dakikasına katlanmak inanılmaz zor. Bittiği an bir daha izlemek istemeyeceğiniz, belki de hafızanızdan silmek isteyeceğiniz türden bir hikaye bu. IMDB'de bu filmi izledikten sonra psikologa gitmek zorunda kaldığını bildirenler olmuş. Şahsen yediğim pilavın birkaç gün boğazımı dizildiğini hatırlarım. Ardından da 55 yaş altına bu filmin yasaklanması gerektiğini düşünmüştüm. (55 yaş üstündekilerin de çizgi film gözü ile bakıp izlemeyeceklerini hesaplayarak.) Kendini duygusuz, soğukkanlı, "gözü dolmaz" olarak nitelendiren insanlar, gözyaşı kanallarında iltihap olup olmadığını denemek için izleyebilir. Tabi öncesinde sağlık sigortası yaptırmakta fayda var!

- Giriş -

Bu blog en güzel, en iyi, en "bir şey" filmlerle ilgili olmayacaktır. Filmin kalitesinin ötesinde, izleyiciler üzerinde bıraktığı etkiler göz önüne alınacaktır. Kısacası şöyle denebilir: bir nedenle izleyicileri ölüme götürebilecek kadar etkileyici olmayı başarmış muhtemelen 100 filmin listesi olacaktır. O nedenle okuyacağınız film gayet kötü olduğu için izleyicinin yaşam enerjisini emmiş olabilir, ya da o kadar depresif bir filmdir ki izleyiciler film biter bitmez en yakın kesici cismi boyunlarına saplamıştır, belki de heyecandan kalp krizi geçirmelerine neden olmuştur. Biraz uçlarda dolaşan insanların seveceği filmlerden oluşacaktır kısacası.