21 Ekim 2014 Salı
#17 - Peeping Tom (1960)
Suç Mahalli: İngiltere
Öldürme Nedeni: Ölüm anını görüntüleme isteği yaratması
Bu film klasik 60lar korku filmlerinden değil. Hatta o dönemde yapılmış herhangi bir film ile benzerliğini bulmak bile zor. İlk bakışta teması nedeniyle Hitchcock'un ilgisini çekebilecek potansiyele sahip olsa da, filmin tezahürü o kadar da izleyici dostu olmadı. İngiltere'nin en esaslı yönetmenlerinden Michael Powell'ın Red Shoes veya Black Narcissus gibi değişik başyapıtlarına rağmen kariyere elveda demek zorunda bırakmış bir film var karşımızda. Günümüz standartlarında bile izleyiciyi zorlayabilecek teması ve empati kurması imkansız psikotik karakteri ile resmen zor bir sınav gibi. Filmin psikolojik tahlillerinin çok derinlikli olduğunu düşünmedim. Karakterin arka planını bilmek bile bu fikrimde bir değişime yol açmadı. Ama yine de karakterin çaresizce tekrar eden sapıklığına karşı koyamayışı yakından incelenesi bir motif sunuyor. İnsanın kendi dürtü dünyasında ne kadar kontrol sahibi olamadığının güzel bir örneği olan bu film, sanırım bu yüzden sinema tarihinin en nefret edilen filmlerinden biri oldu. Ana karakterinin itici, rahatsız edici, insanları sürekli röntgenlemekten keyif alan ve ölüm anını görüntülemeyi cinsel bir fetiş haline getiren biri olması da filmin sempati derecesini arttırmadı. Öldüren filmler derken, bu seferki biraz da kariyer öldüren cinsten. Üstelik ironik şekilde ölüm anını kurbanına izleten türden bir katilin hikayesi. Acaba Powell kendi filmini tekrar tekrar izlemiş midir?
18 Ekim 2014 Cumartesi
#16 - Naked (1996)
Suç Mahalli: Karanlık Londra Sokakları
Öldürme Nedeni: Basitçe İntihara Sürüklemesi
Mike Leigh kariyeri başarılarla dolu olan, aslında oldukça mütevazi bir adam. İngiliz sinemasına katkıları pek çok İngiliz yönetmenden çok çok daha fazla. Üstelik türler arasında başarı ile geçiş yapabilecek derecede işini bilen ve ölçülü bir adam. Ama benim için en şaşırtıcı yönü, Life Is Sweet gibi neşeli, hüzünlü ama hayat dolu bir filmden sonra kalkıp böyle pesimistik, mizantrop bir başyapıt yaratmış olmasıdır. Mizantropi derken kelimenin tam anlamıyla bunu kastediyorum. Filmin ana karakteri David Thewlis tarafından canlandırılan Johnny, sinema tarihinde insanlığa dair ümitlerini en çok kaybetmiş karakter olabilir. Akrabası olan bir kadına tecavüz ettikten sonra kaçarak Londra'ya giden Johnny, eski kız arkadaşının evini bulmaya ve amaçsızca Londra sokaklarında gezinmeye başlar. Bu sırada rastgele tanıştığı, bazıları sempatik bazıları ise itici ama her biri unutulmaz tiplerle sohbet etmeyi ve hayatın anlamsızlığı, amaçsızlığı üzerine düşüncelerini yaymayı ihmal etmez. Neredeyse yapılandırılmış bir senaryoya sahip olmayan film, tamamen doğaçlama üzerine ilerliyor gibidir. Johnny'nin karanlık ve nihilistik beyninin kıvrımlarında gezinmeye başlayan seyirci, bir süre sonra bu kadar itici bir karaktere nasıl olur da hak verir hale geldiğini sorgulamaya başlar. Leigh'in kariyeri boyunca tekrar ulaşamadığı bir karadelik haline gelen film başladığı gibi karanlık ve belirsiz bir şekilde sona ererken, kendinizi mutfaktaki ekmek bıçağına yönelmiş halde bulabilirsiniz. En azından izlediğiniz son filmin bir başyapıt olduğunu düşünerek mutlu olabilirsiniz.
12 Ocak 2011 Çarşamba
#15 - Sud Pralad (2004)
Suç Mahalli: Tayland’ın kırsalı
Öldürme Nedeni: Bazılarını sıkıntıdan, bazılarını zevkten

Tayland’ın en ilginç ve itici taraflarından birinin 2 adet sansür kuruluna sahip olmaları olduğu söylenebilir. Bunlardan biri dünyanın pek çok ülkesinde değişik derecelerde etkili olan “toplum sağlığını ve ahlak yapısını bla bla bla” şeklinde makaslamakta olan, diğeri ise Tayland kralının kontrolündeki krallık kuruludur. Bu kurul da kafasına göre krala ve kraliyete karşı söylenebilecek her türlü söylemin önünü almakta. Bu koşullar altında Cannes’da altın palmiye almasının ardından Tayland’ın yaşayan en büyük yönetmeni olduğunu söyleyebileceğimiz Apichatpong Weerasethekul’un kendi filmlerinin hiçbirini birkaç kaçak gösterim dışında kendi ülkesinde gösterememesini daha anlayışla karşılarız. Bu bir yandan da üzücüdür, çünkü filmlerinin her biri Tayland insanı, kültürü, mitolojisi ve coğrafyası üzerine güzelleme şeklinde gitmektedir.
             
Tıpkı şu an bahsedeceğim bu güzide film gibi, hepsi kesinlikle sinema dışında herhangi bir şekilde anlatılamayacak hikayeler anlatmaktadır. Tropical Malady ise, her açında “öldüren film” etiketinin gereklerini karşılamaktadır. Filmin iki yarısı iki farklı hikayeyi anlatıyor gibi görünse de, bu Weerasethakul’un hikayesini değişik reenkarnasyonlardan geçirerek anlatma isteğinin bir sonucudur. Kırsal kesimde günümüzde başlayan eşcinsel bir aşk hikayesi, herhangi bir cinsel boyut kazanamadan, kaplana dönüşebilen bir şamanın hikayesi ile ortadan ikiye bölünür, ve yönetmenin kişisel hikayesini anlatmaya başlar. Çünkü çocuklardan biri aniden bir gün ormana kaçmış ve ortadan yokolmuştur. Diğeri aşkını aramaya ormana gider ve orman uçsuz bucaksız ağaçlıkları, geceleri ortaya çıkan ruhları, onunla iletişim kurmaya çalışan maymunları ve böcek sesleri ile onu kucaklar. Ama sorun sonunda bulduğu ruh eşinin onu parçalamaya çalışan bir kaplana dönüşmüş olmasıdır. Her şey büyük bir estetikle, aceleden ve sahte ışık kullanımından uzak geçer ki Weerasethakul’un izlemesi en zor filmi ortaya çıkar ortaya. Açılış sahnesindeki radyoda çalan thai pop şarkısı sırasında yaptığı minimal zoom bile her adımın ne kadar ince hesaplandığını bir göstergesidir. Ama bir yandan en kişisel olanı filmidir, çünkü kendi hayatının en zor ve karanlık bir döneminde adeta bir terapi gibi çekmiştir bu filmi. Elbette pek çok açıdan sansür kurulundan geçemeyen bu filmi de, yurtdışında değişik ödüller kazanır. Kendisi ise garip bir şekilde ülkesini, evini ve arkadaşlarını sevdiğini, başka bir yere gitmenin, başka ülkenin insanlarını anlatmanın ona göre olmadığını söylemektedir. Filmi izlediğim 1 yıl içinde gittikçe büyümesi ve diğer filmleri ile birleşerek kocaman bir sevgi yumağı haline gelmesi de belki bu yüzdendir; Weerasethakul o kadar uzak ve bize yabancı diyarların hikayelerini anlatmaktadır ki, bu kadarı çok çok az görülür.
21 Ocak 2010 Perşembe
#14 - Blood Simple (1984)

Katil: Joel ve Ethan Coen

25 Şubat 2009 Çarşamba
#13 - The Cook the Thief His Wife & Her Lover (1989)

16 Mart 2008 Pazar
#12 - Safe (1995)
 Katil: Todd Haynes
Katil: Todd Haynes ipuçları veriyor sürekli. Psikiyatriste ile olan konuşmasında kafasına takılan kim olduğuna dair soru işaretleri onu sardıkça, astım krizleri geliyor. Sonunda ise bir dağın tepesindeki, kendisi gibi olan insanlarla bir klinikte yaşamayı kabul ediyor. Film bundan sonra rahatlamak yerine daha rahatsız edici bir hal alıyor. Çünkü aşağıda bilimin soğukluğu karşısında kendini çaresiz hisseden Carol, dağda dini öğretilerle iyileştirilmeye çalışılıyor. Hastalığı iyiye gitmiyor ama. Filmin yarısını elinde oksijen tüpü ile koşarak geçiriyor. Kendisini ziyarete gelen kocasının parfümünü bile kaldıramayacak duruma geldiğini farkediyor. Kendisini bu insanlara kaptırmak dışında yapacak bir şeyi olmamasına rağmen, bir süre sonra oraya yerleşiyor ve son sahne ile birlikte, güvende (safe) olabilmek için tek yolun kendisini bir kasaya (safe) kapatmak olduğunu farkediyor. O son sahnenin yarattığı etkiyi, ancak 2001: A Space Odyssey'in sonu yaratmıştı herhalde. Carol'ın aynaya bakıp "seni seviyorum" diye mırıldandığı sahne sona erdiğinde, hayatım boyunca bir daha dondurulmuş ürün, cips, dondurma, katkılı meyva suyu, sosis ve benzeri market ürünlerini yiyemeyeceğimi düşünmüştüm. Yer yer morarmış yüzünün, rengi solmuş teninin karşısında ben ne kadar irkildiysem, o da o kadar sevgi doluydu. Bir şekilde veya diğer şekilde, bu dünyaya ait olmayan uzaylılara bir çıkış yolu bırakmadı film.
ipuçları veriyor sürekli. Psikiyatriste ile olan konuşmasında kafasına takılan kim olduğuna dair soru işaretleri onu sardıkça, astım krizleri geliyor. Sonunda ise bir dağın tepesindeki, kendisi gibi olan insanlarla bir klinikte yaşamayı kabul ediyor. Film bundan sonra rahatlamak yerine daha rahatsız edici bir hal alıyor. Çünkü aşağıda bilimin soğukluğu karşısında kendini çaresiz hisseden Carol, dağda dini öğretilerle iyileştirilmeye çalışılıyor. Hastalığı iyiye gitmiyor ama. Filmin yarısını elinde oksijen tüpü ile koşarak geçiriyor. Kendisini ziyarete gelen kocasının parfümünü bile kaldıramayacak duruma geldiğini farkediyor. Kendisini bu insanlara kaptırmak dışında yapacak bir şeyi olmamasına rağmen, bir süre sonra oraya yerleşiyor ve son sahne ile birlikte, güvende (safe) olabilmek için tek yolun kendisini bir kasaya (safe) kapatmak olduğunu farkediyor. O son sahnenin yarattığı etkiyi, ancak 2001: A Space Odyssey'in sonu yaratmıştı herhalde. Carol'ın aynaya bakıp "seni seviyorum" diye mırıldandığı sahne sona erdiğinde, hayatım boyunca bir daha dondurulmuş ürün, cips, dondurma, katkılı meyva suyu, sosis ve benzeri market ürünlerini yiyemeyeceğimi düşünmüştüm. Yer yer morarmış yüzünün, rengi solmuş teninin karşısında ben ne kadar irkildiysem, o da o kadar sevgi doluydu. Bir şekilde veya diğer şekilde, bu dünyaya ait olmayan uzaylılara bir çıkış yolu bırakmadı film.27 Şubat 2008 Çarşamba
#11 - Tetsuo (1989)
 Cinayet ile ilgili tüm ayrıntılar: Shinya Tsukamoto
Cinayet ile ilgili tüm ayrıntılar: Shinya Tsukamoto ultra saçma sahneler ile güldürmeye de utanmıyor. Kısacası film bir bütünlük kurmamak için elinden geleni yapıyor. yine de rahatsız edici ve eğlenceli dakikalar sunuyor. bu filmden sonra parmağınıza batan toplu iğnelerin ya da kolunuza giren şırıngaların sizi rahatsız edeceğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz.
ultra saçma sahneler ile güldürmeye de utanmıyor. Kısacası film bir bütünlük kurmamak için elinden geleni yapıyor. yine de rahatsız edici ve eğlenceli dakikalar sunuyor. bu filmden sonra parmağınıza batan toplu iğnelerin ya da kolunuza giren şırıngaların sizi rahatsız edeceğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz.30 Aralık 2007 Pazar
#10 - Koroshiya 1 (2001)
 Cinayet: Takashi Miike
Cinayet: Takashi MiikePlan: Sakichi Satô
7 Aralık 2007 Cuma
#9 - Perfect Blue (1998)
 Katil: Satoshi Kon
Katil: Satoshi Kon çok grup kurulur her yıl. Pek çoğu proje işi bir araya getirilmiş kızlardan oluşur. Kon bu gruplardan birinin yıldızına ve onun kariyerine odaklanmış. Grubun frontwomanı olduğu belli olan ve diğer kızlardan daha popüler olan kız, menajerlerinin isteği ile grubu bırakır ve oyuncu olmaya yönlendirilir. Çünkü bu mantar gibi bitiveren müzik grupları pek fazla para getirmemektedir. Başta Mima'nın hep yanında olan yardımcısı Rumi bu işe karşı çıkar, hatta Mima'ya olan sevgisinden dolayı yıkılır ama Mima onu bugünlere getiren abilerine karşı çıkmak istemez. Grup ile yollarını ayırır ve bir polisiye dizisinde oynamaya başlar. Bir gün bir hayranından aldığı mektupta günlüğünü takip ettiğini söyleyen bir not ve bir web adresi bulur. Adrese girdiğinde kendi ağzından, tamamen doğru olarak yazılmış bir günlük bulur. Başta ciddiye almasa da, her anını röntgenleyen biri tarafından yazılmakta olduğu bellidir. Grubu bırakmasının ardından bir takım tehdit mesajları almaya başlar ve kim olduğunu bilmediğimiz fanatik hayranı tarafından tehdit edilir. Üstelik günlüğünde kendi ağzından yazılan yazılar kontrolden çıkmış ve negatif bir hal almaya başlamıştır. Bir de Mima'nın sürekli çevresinde belirmeye başlayan hayalet bir versiyonu onu rahatsız etmeye başlayınca, Mima kriz geçirme raddesine gelir. O noktadan sonra da film garip bir döngüye girer ve insanı zorlayan, resmen kafa bulandıran anlatımı ile sürüp gider. Rüyalar, gerçekler, dizi sahneleri ve zaman birbirine geçer. Kon'un en büyük başarısı, tamamen kafa bulandırdığını düşündüğümüz
çok grup kurulur her yıl. Pek çoğu proje işi bir araya getirilmiş kızlardan oluşur. Kon bu gruplardan birinin yıldızına ve onun kariyerine odaklanmış. Grubun frontwomanı olduğu belli olan ve diğer kızlardan daha popüler olan kız, menajerlerinin isteği ile grubu bırakır ve oyuncu olmaya yönlendirilir. Çünkü bu mantar gibi bitiveren müzik grupları pek fazla para getirmemektedir. Başta Mima'nın hep yanında olan yardımcısı Rumi bu işe karşı çıkar, hatta Mima'ya olan sevgisinden dolayı yıkılır ama Mima onu bugünlere getiren abilerine karşı çıkmak istemez. Grup ile yollarını ayırır ve bir polisiye dizisinde oynamaya başlar. Bir gün bir hayranından aldığı mektupta günlüğünü takip ettiğini söyleyen bir not ve bir web adresi bulur. Adrese girdiğinde kendi ağzından, tamamen doğru olarak yazılmış bir günlük bulur. Başta ciddiye almasa da, her anını röntgenleyen biri tarafından yazılmakta olduğu bellidir. Grubu bırakmasının ardından bir takım tehdit mesajları almaya başlar ve kim olduğunu bilmediğimiz fanatik hayranı tarafından tehdit edilir. Üstelik günlüğünde kendi ağzından yazılan yazılar kontrolden çıkmış ve negatif bir hal almaya başlamıştır. Bir de Mima'nın sürekli çevresinde belirmeye başlayan hayalet bir versiyonu onu rahatsız etmeye başlayınca, Mima kriz geçirme raddesine gelir. O noktadan sonra da film garip bir döngüye girer ve insanı zorlayan, resmen kafa bulandıran anlatımı ile sürüp gider. Rüyalar, gerçekler, dizi sahneleri ve zaman birbirine geçer. Kon'un en büyük başarısı, tamamen kafa bulandırdığını düşündüğümüz  bu sahnelerin anlamını finale kadar açıklamaması ve sinema tarihinin en muhteşem kovalamaca sahnelerinden birini sona saklamasıdır. Öyle ki filmi çözdüğümüzü düşündüğümüz anda, ikinci bir darbe ile sesimiz soluğumuz kesilir. Film bittiği andan sonra geçen 5 dakika içinde olayları çözeriz ama artık filmi anladığımıza göre 2. kere izlememiz gerekmektedir. Çünkü burada söylemek istemediğim spoiler tüm film boyunca beynimizi bulandırmıştır ve ancak 2. izleyişte her şey açıklığa kavuşmaktadır. Senaryonun ilerleyişindeki gizem öğesi, farklı karakterleri derinlemesine incelemesi ve içiçe soktuğu her öykünün ayrı bir etkileyiciliği olması filmi bambaşka bir yere koyar. O nedenle daha fazla ağzımdan bir şey kaçırmadan, her animeseverin izlemesinin farz olduğu ama Lynch sineması ve gerilim filmlerinin takipçilerinin bir şekilde izlemesi gereken bu filmi bulup, ölüm kalım mücadelesinde kendi kaderlerini belirlemesini öneriyorum.
bu sahnelerin anlamını finale kadar açıklamaması ve sinema tarihinin en muhteşem kovalamaca sahnelerinden birini sona saklamasıdır. Öyle ki filmi çözdüğümüzü düşündüğümüz anda, ikinci bir darbe ile sesimiz soluğumuz kesilir. Film bittiği andan sonra geçen 5 dakika içinde olayları çözeriz ama artık filmi anladığımıza göre 2. kere izlememiz gerekmektedir. Çünkü burada söylemek istemediğim spoiler tüm film boyunca beynimizi bulandırmıştır ve ancak 2. izleyişte her şey açıklığa kavuşmaktadır. Senaryonun ilerleyişindeki gizem öğesi, farklı karakterleri derinlemesine incelemesi ve içiçe soktuğu her öykünün ayrı bir etkileyiciliği olması filmi bambaşka bir yere koyar. O nedenle daha fazla ağzımdan bir şey kaçırmadan, her animeseverin izlemesinin farz olduğu ama Lynch sineması ve gerilim filmlerinin takipçilerinin bir şekilde izlemesi gereken bu filmi bulup, ölüm kalım mücadelesinde kendi kaderlerini belirlemesini öneriyorum.30 Kasım 2007 Cuma
#08 - Life Of Brian (1979)
 Örgüt: Monty Python
Örgüt: Monty PythonSuç Mahalli: İsrail
 adet meshebe ayrılıyor. Her sahnesi o kadar dolu, her karakteri o kadar yaratıcı ki, izlerken kahkahalara boğulmadan önce üzerinizdeki şaşkınlığı atmanız gerekecek. Komedi filmi çekmenin, diğer her tür filmi çekmekten çok daha zor olduğunu farkedeceksiniz. Kusursuz bir denge gerekiyor ki, bu dengede Brian karakterini canlandıran Graham Chapman'ın etkisi büyük. Ayrıca Brian'ın annesi rolünde Terry Jones'un Flying Circus dönemindeki kadın karakterleri canlandırmadaki başarısı burada zirveye ulaşmış. Üstelik buradaki erkek kılığındaki kadınlar, suçluları taşlayarak öldürme ritüeline katılabilmek için erkek kılığına giriyorlar. Dünyanın en komik filmi işte, utanmazca, arsızca, acı çektirene kadar kıkırdamanızı sağlıyor.
adet meshebe ayrılıyor. Her sahnesi o kadar dolu, her karakteri o kadar yaratıcı ki, izlerken kahkahalara boğulmadan önce üzerinizdeki şaşkınlığı atmanız gerekecek. Komedi filmi çekmenin, diğer her tür filmi çekmekten çok daha zor olduğunu farkedeceksiniz. Kusursuz bir denge gerekiyor ki, bu dengede Brian karakterini canlandıran Graham Chapman'ın etkisi büyük. Ayrıca Brian'ın annesi rolünde Terry Jones'un Flying Circus dönemindeki kadın karakterleri canlandırmadaki başarısı burada zirveye ulaşmış. Üstelik buradaki erkek kılığındaki kadınlar, suçluları taşlayarak öldürme ritüeline katılabilmek için erkek kılığına giriyorlar. Dünyanın en komik filmi işte, utanmazca, arsızca, acı çektirene kadar kıkırdamanızı sağlıyor.21 Kasım 2007 Çarşamba
#07 - Baise Moi (2000)
 Katil: Virginie Despentes
Katil: Virginie Despentes ortadan kalkmış. Yani bu iki kadın, yolda öylesine yürürken karar veriyorlar böyle bir şeye. Kulağa ilginç geliyor olabilir ama film sırasında yüzünüzü ekşiterek bakıyorsunuz. Tabi filmi sevmek de mümkün, ben öyle yaptım. Öncelikle filmin sonuna kadar kendinizi kaptırmamaya çalışın, şayet sömürü sinemasına mesafeli bir yaklaşımınız varsa, bu filmin içine çok fazla giremeyeceksiniz demektir. İşte o zaman, izlediklerinizden kendinize göre bir haz alabilirsiniz. İsterseniz porno, isterseniz midenizi denemek için bir test olarak kullanabilirsiniz. Ama ciddiye alacak olursanız, çok rahatsız olursunuz. Ve söz konusu böyle berbat bir film olunca, "dışkı" yoluna gitmeyin isterim ben.
ortadan kalkmış. Yani bu iki kadın, yolda öylesine yürürken karar veriyorlar böyle bir şeye. Kulağa ilginç geliyor olabilir ama film sırasında yüzünüzü ekşiterek bakıyorsunuz. Tabi filmi sevmek de mümkün, ben öyle yaptım. Öncelikle filmin sonuna kadar kendinizi kaptırmamaya çalışın, şayet sömürü sinemasına mesafeli bir yaklaşımınız varsa, bu filmin içine çok fazla giremeyeceksiniz demektir. İşte o zaman, izlediklerinizden kendinize göre bir haz alabilirsiniz. İsterseniz porno, isterseniz midenizi denemek için bir test olarak kullanabilirsiniz. Ama ciddiye alacak olursanız, çok rahatsız olursunuz. Ve söz konusu böyle berbat bir film olunca, "dışkı" yoluna gitmeyin isterim ben.17 Kasım 2007 Cumartesi
#06 - Le Locataire (1976)
 Katil: Roman Polanski
Katil: Roman Polanski değişir. Peruğunu takıp, kendini eve kapatır. Apartmanın avlusunda maç yapan çeşit çeşit kiracı ise olaya tuz biber katar. Polanski'nin yolculuğu ise esrarengiz bir tuvalette anlam bulur. (ne anlam ama!) Taşındığından beri, koridorun sonunda olduğu ona söylenen, ama kendisinin henüz gitmediği tuvalet. Zaten geceleri de o tuvalette (ufacık bi tuvalet aslında) garip bir şeyler dönüyordur. Birileri oradan ısrarla kendisine bakmaktadır. Tabi tuvalete vardığı an, duvarda gördüğü hiyeroglifler pek kafamızdaki karmaşayı temizlemese de, Trelvosky'nin acilen kakasını yapması gerektiğini düşündürür. (Belli ki aslında çok sıkışmıştır.) Tüm bu şahane saçmalıklar silsilesi sargılar içindeki eski kiracının hayali midir, Trelkovsy'nin aklından geçenler midir, hakkaten kendisi kişilik bölünmesi yaşayıp ortalığı dağıtmış mıdır, kendisinin cinsel yönelimler ile ilgili garip saplantılar mıdır, yoksa hepsinden öte Fransa'da yaşayan bir yabancı olarak ne kadar "alien"laşabileceği midir bilinmez. Şu an emin olduğum yegane şey, Polanski'nin Lynch'den önce bir Lynch filmi çekmiş olması ve Eraserhead ile tam olarak ispat edemeyeceğim bağlantısı. Çok, çok garip bir hipnoz seansı bu film.
değişir. Peruğunu takıp, kendini eve kapatır. Apartmanın avlusunda maç yapan çeşit çeşit kiracı ise olaya tuz biber katar. Polanski'nin yolculuğu ise esrarengiz bir tuvalette anlam bulur. (ne anlam ama!) Taşındığından beri, koridorun sonunda olduğu ona söylenen, ama kendisinin henüz gitmediği tuvalet. Zaten geceleri de o tuvalette (ufacık bi tuvalet aslında) garip bir şeyler dönüyordur. Birileri oradan ısrarla kendisine bakmaktadır. Tabi tuvalete vardığı an, duvarda gördüğü hiyeroglifler pek kafamızdaki karmaşayı temizlemese de, Trelvosky'nin acilen kakasını yapması gerektiğini düşündürür. (Belli ki aslında çok sıkışmıştır.) Tüm bu şahane saçmalıklar silsilesi sargılar içindeki eski kiracının hayali midir, Trelkovsy'nin aklından geçenler midir, hakkaten kendisi kişilik bölünmesi yaşayıp ortalığı dağıtmış mıdır, kendisinin cinsel yönelimler ile ilgili garip saplantılar mıdır, yoksa hepsinden öte Fransa'da yaşayan bir yabancı olarak ne kadar "alien"laşabileceği midir bilinmez. Şu an emin olduğum yegane şey, Polanski'nin Lynch'den önce bir Lynch filmi çekmiş olması ve Eraserhead ile tam olarak ispat edemeyeceğim bağlantısı. Çok, çok garip bir hipnoz seansı bu film.12 Kasım 2007 Pazartesi
#05 - Der Siebente Kontinent (1989)
 Katil: Michael Haneke
 Katil: Michael HanekePlan: Tabiki Michael Haneke
Suç Mahalli: Avusturya Banliyöleri
Öldürme Nedeni: İleri derecede akut ve bazen kronikleşebilen depresyon. Ardından gelmesi muhtemel intihar ve kanser tabloları.
 ibaret olduğunu anlıyor ve son yılda ise hayatlarından kaçmanın yollarını arıyorlar. Bu sırada Haneke, akvaryum ya da araba gibi film adına önemli izolasyon metaforlarına başvuruyor. Bir yandan da filmin büyük bir kısmı boyunca oyuncularının yüzüne değil de, günlük hayatta etkileşime girdikleri objelere çeviriyor kamerasını. Böylece tekrarlanıp duran o "sıkıcı" sabahların pek çoğunu yaşadığımızı çok iyi hatırlıyoruz. Sabah annemizin uyandırıp, önümüze bir adet yumurta koyduğunu ve ardından çantamızı sırtımıza alıp, çok süper birer birey olarak yetişmeyi amaçladığımız okullarımıza gittiğimizi... Ya da ailecek alışverişe çıkıp sepeti doldurabildiğimiz sürece kendimizi varlıklı ve mutlu hissettiğimizi... Misafirliğe gidecek babamızdan bize "güzel bir şeyler" getirmesini istediğimizi... Haneke'nin filmi büyük bir yükselme ile açılıyor: tüm dünyevi sorunlarından arınmış bir aile. Ama küçük kızda bir şeyler garip gidiyor. Kör olduğuna dair yalanlar söylüyor okulda. Annesi ise bunu bir yere bağlayamıyor, ama zamanla bunu kızının yalnızlığı nedeniyle yaptığını farkediyor. Bu arada baba işinde yükseliyor ve patronunun işini kapıyor. Zaten anne büyük bir miras sahibi ve bilmemkaç odalı, buzdolabı ağzına kadar dolu evde hep beraber yaşayıp gidiyorlar. Ama gülümseme, huzur çok eksik bu evde. Daha
ibaret olduğunu anlıyor ve son yılda ise hayatlarından kaçmanın yollarını arıyorlar. Bu sırada Haneke, akvaryum ya da araba gibi film adına önemli izolasyon metaforlarına başvuruyor. Bir yandan da filmin büyük bir kısmı boyunca oyuncularının yüzüne değil de, günlük hayatta etkileşime girdikleri objelere çeviriyor kamerasını. Böylece tekrarlanıp duran o "sıkıcı" sabahların pek çoğunu yaşadığımızı çok iyi hatırlıyoruz. Sabah annemizin uyandırıp, önümüze bir adet yumurta koyduğunu ve ardından çantamızı sırtımıza alıp, çok süper birer birey olarak yetişmeyi amaçladığımız okullarımıza gittiğimizi... Ya da ailecek alışverişe çıkıp sepeti doldurabildiğimiz sürece kendimizi varlıklı ve mutlu hissettiğimizi... Misafirliğe gidecek babamızdan bize "güzel bir şeyler" getirmesini istediğimizi... Haneke'nin filmi büyük bir yükselme ile açılıyor: tüm dünyevi sorunlarından arınmış bir aile. Ama küçük kızda bir şeyler garip gidiyor. Kör olduğuna dair yalanlar söylüyor okulda. Annesi ise bunu bir yere bağlayamıyor, ama zamanla bunu kızının yalnızlığı nedeniyle yaptığını farkediyor. Bu arada baba işinde yükseliyor ve patronunun işini kapıyor. Zaten anne büyük bir miras sahibi ve bilmemkaç odalı, buzdolabı ağzına kadar dolu evde hep beraber yaşayıp gidiyorlar. Ama gülümseme, huzur çok eksik bu evde. Daha çok ailenin 3 bireyi de, yaşı farketmeksizin, "Ne yapıyorum ben?" hissi ile yaşıyor her günü. Ya da daha doğrusu "Hayat gerçekten bu mu? Ben bu hayattan zevk alıyor muyum?" Haneke'nin bu sorulara verdiği cevap ise su götürmez şekilde sert bir "Hayır" oluyor. Öyle ki, ondan daha sert kimse vuramazdı herhalde yüzümüze, hayatımızın ne kadar boktan bir kısır döngü içerisinde dönüp durduğunu. Ve eğer toplu intihar ile hayatına son veren bu 3 kişilik ailenin, öldürülmesi çok tartışmalı kızı büyüseydi, o da annesinden ve babasından farklı bir dünyada yaşamayacaktı. Üstelik Haneke'nin söylediğine göre, en çok tepki aldığı konu, küçük kızın öldürülmesi değilmiş. Kocaman karizmatik akvaryumun kırıldığı ve binlerce şilinin klozeti boyladığı sahnelerde insanlar ayağı kalkmış. Eminim, bu filmi izleyen hemen herkes, o sahnelerde "Hayır yapma" tepkisi vermiştir kısa süre de olsa. Herhalde izleyicinin üzerinde oynadığı en büyük oyun bu Haneke'nin. Kendiniz ve dürtüleriniz ile yüzleştikten sonra, işte izlediğiniz en karanlık ve depresif filmi izlemiş olmanın düşündürttükleri ile kendinizi hayatınızı düşünmeye başlıyorsunuz. Kafanıza kocaman bir sopa yemişcesine, üstelik bir çözüm yolu bulamadıkça daha da kıvranacağınıza ve çok geçmeden veremden öleceğinize garanti veriyorum. Yeter ki, tüm ev eşyalarının teker teker kullanılmaz hale geldiği o sahneler boyunca, Haneke'nin hayatınızla nasıl dalga geçtiğini, nasıl intikam aldığını hatırlayın.
 çok ailenin 3 bireyi de, yaşı farketmeksizin, "Ne yapıyorum ben?" hissi ile yaşıyor her günü. Ya da daha doğrusu "Hayat gerçekten bu mu? Ben bu hayattan zevk alıyor muyum?" Haneke'nin bu sorulara verdiği cevap ise su götürmez şekilde sert bir "Hayır" oluyor. Öyle ki, ondan daha sert kimse vuramazdı herhalde yüzümüze, hayatımızın ne kadar boktan bir kısır döngü içerisinde dönüp durduğunu. Ve eğer toplu intihar ile hayatına son veren bu 3 kişilik ailenin, öldürülmesi çok tartışmalı kızı büyüseydi, o da annesinden ve babasından farklı bir dünyada yaşamayacaktı. Üstelik Haneke'nin söylediğine göre, en çok tepki aldığı konu, küçük kızın öldürülmesi değilmiş. Kocaman karizmatik akvaryumun kırıldığı ve binlerce şilinin klozeti boyladığı sahnelerde insanlar ayağı kalkmış. Eminim, bu filmi izleyen hemen herkes, o sahnelerde "Hayır yapma" tepkisi vermiştir kısa süre de olsa. Herhalde izleyicinin üzerinde oynadığı en büyük oyun bu Haneke'nin. Kendiniz ve dürtüleriniz ile yüzleştikten sonra, işte izlediğiniz en karanlık ve depresif filmi izlemiş olmanın düşündürttükleri ile kendinizi hayatınızı düşünmeye başlıyorsunuz. Kafanıza kocaman bir sopa yemişcesine, üstelik bir çözüm yolu bulamadıkça daha da kıvranacağınıza ve çok geçmeden veremden öleceğinize garanti veriyorum. Yeter ki, tüm ev eşyalarının teker teker kullanılmaz hale geldiği o sahneler boyunca, Haneke'nin hayatınızla nasıl dalga geçtiğini, nasıl intikam aldığını hatırlayın.11 Kasım 2007 Pazar
#04 - Inland Empire (2006)
 Katil: David Lynch
Katil: David Lynch sonsuz sayıda sahne ile uğraşmak zorunda kalıyoruz. Bu sahneler genelde Nikki'nin oynamak istediği film ile ilgili bir takım esrarengiz hurafeler uydurması, ardından da oynadığı karakter ile yer değiştirip, zamanla çok daha fazla karakteri bölünmesi ile ilgili oluyor. Bazı sahnelerde Lynch, başkarakteri, pek çok kadını (elbetteki onun kafasındaki kadınlar bunlar) bir araya getirip onları konuşturarak anlatıyor. Araya neden koyduğunu bilemediğimiz bir takım sahneler ve diyaloglar sıkıştırmayı da unutmuyor. Tahminen Lynch bunları kendi sürreal hikaye anlatısında bir yere oturtabiliyor ama biz izleyiciler 3 saatlik maratonu takip ederken helak olup gidiyoruz. Bu sefer dijital kamerayı eline almış olmasının verdiği şevk ile yapmadığını bırakmıyor. Oyuncuların burnundan yaptığı çekimlerden, gece sokaklarda paldür küldür ilerlediğimiz sahneler kadar... Tabi yine de sonuç, görsel olarak mükemmel oluyor. Birkaç kez cinnet geçirme tehlikesi ile boğuşsak da, her seferinde bir kare veya cümle insanın zihninde yankılanmaya başlıyor. Sanırım Lynch, her ne kadar bir seri katil olsa da, insanları öldürmek istemeyecek kadar iyi niyetli bir insan. Daha çok onların kendi kendini öldürmesine neden oluyor. Çünkü belki de bir Lynch filmini izlerken, anlamlandırma çabasına girmeye gerek yok. Lynch bir şey anlatmak istiyor ise eğer, -böyle bir şey var mı
sonsuz sayıda sahne ile uğraşmak zorunda kalıyoruz. Bu sahneler genelde Nikki'nin oynamak istediği film ile ilgili bir takım esrarengiz hurafeler uydurması, ardından da oynadığı karakter ile yer değiştirip, zamanla çok daha fazla karakteri bölünmesi ile ilgili oluyor. Bazı sahnelerde Lynch, başkarakteri, pek çok kadını (elbetteki onun kafasındaki kadınlar bunlar) bir araya getirip onları konuşturarak anlatıyor. Araya neden koyduğunu bilemediğimiz bir takım sahneler ve diyaloglar sıkıştırmayı da unutmuyor. Tahminen Lynch bunları kendi sürreal hikaye anlatısında bir yere oturtabiliyor ama biz izleyiciler 3 saatlik maratonu takip ederken helak olup gidiyoruz. Bu sefer dijital kamerayı eline almış olmasının verdiği şevk ile yapmadığını bırakmıyor. Oyuncuların burnundan yaptığı çekimlerden, gece sokaklarda paldür küldür ilerlediğimiz sahneler kadar... Tabi yine de sonuç, görsel olarak mükemmel oluyor. Birkaç kez cinnet geçirme tehlikesi ile boğuşsak da, her seferinde bir kare veya cümle insanın zihninde yankılanmaya başlıyor. Sanırım Lynch, her ne kadar bir seri katil olsa da, insanları öldürmek istemeyecek kadar iyi niyetli bir insan. Daha çok onların kendi kendini öldürmesine neden oluyor. Çünkü belki de bir Lynch filmini izlerken, anlamlandırma çabasına girmeye gerek yok. Lynch bir şey anlatmak istiyor ise eğer, -böyle bir şey var mı  yok mu, bir tek kendisi biliyor- bunu cümlelerle ya da olay dizisi ile değil de, akıp giden karelerin yarattığı duygu seli ile yapıyor. Korku filmi tadında sahneler, polisiye olaylar, araya giriveren şahane müzikal kısımlar... Elbette bütün bunlar "senaryo" denen meretin ne kadar gereksiz olduğunu bir kez daha düşünmemizi sağlıyor. Çünkü bir Lynch filminin konusunu bilmek demek, hiçbir şey bilmemek demek. Çünkü sinema görsel bir sanat ve Lynch sırtını edebiyata dayayarak kendini tatmin edemiyor. Patlayan beyinlerin sinema perdelerine sıçrayan parçalarını görmeyi seviyor. Buradan onu saygı ile selamlıyor ve bizi bir 5 yıl daha bekletmemesini şiddetle rica ediyorum. En azından araya sıkıştırdığı kısa filmleri erken bunamamıza yol açmaya devam etsin. Ya da bu film için çektiği onlarca saatlik görüntülerin filme girememiş kısımlarını yayınlasın. Ne yaparsa yapsın, biz hayatta kalanların, yan gelip yatmasına izin vermesin.
yok mu, bir tek kendisi biliyor- bunu cümlelerle ya da olay dizisi ile değil de, akıp giden karelerin yarattığı duygu seli ile yapıyor. Korku filmi tadında sahneler, polisiye olaylar, araya giriveren şahane müzikal kısımlar... Elbette bütün bunlar "senaryo" denen meretin ne kadar gereksiz olduğunu bir kez daha düşünmemizi sağlıyor. Çünkü bir Lynch filminin konusunu bilmek demek, hiçbir şey bilmemek demek. Çünkü sinema görsel bir sanat ve Lynch sırtını edebiyata dayayarak kendini tatmin edemiyor. Patlayan beyinlerin sinema perdelerine sıçrayan parçalarını görmeyi seviyor. Buradan onu saygı ile selamlıyor ve bizi bir 5 yıl daha bekletmemesini şiddetle rica ediyorum. En azından araya sıkıştırdığı kısa filmleri erken bunamamıza yol açmaya devam etsin. Ya da bu film için çektiği onlarca saatlik görüntülerin filme girememiş kısımlarını yayınlasın. Ne yaparsa yapsın, biz hayatta kalanların, yan gelip yatmasına izin vermesin.10 Kasım 2007 Cumartesi
#03 - The Thing (1982)
 Katil: John Carpenter
Katil: John Carpenter bulana kadar. Helikopterden çıkan adamın köpeği öldürmekle ilgili obsesyonu bir yana, ufak da bir sorunu var: İngilizce konuşamıyor. Bu nedenle köpeği neden öldürmek istediğini anlatamıyor, bununla birlikte son bir deneme yaparak köpeği değil, ama kendini havaya uçuruyor. Bunun üzerine karakterlerimiz absürd olayın etkisini atmak üzere viskilerini yudumlamaya devam ediyorlar, sevgili kurtu da diğer kurt köpeklerinin olduğu kafese kapatıyorlar. Bu noktadan sonra film gördüğünüz en rezil durumdaki tuvaletten daha tiksinç, ama daha etkileyici bir hal alıyor. Köpeğin içinden çıkan şey, öyle bir şey ki, etkilediği yaratığı kendine dönüştürdüğü gibi, tekrar onun eski haline dönüyor. Yani dış kabuğu "o" iken, içinde pusuya yatarak ele geçireceği başka canlıları bekliyor. Bir saniye önce köpekken, hemen ardından garip uzantıları olan, antenli, yamuk bir kafaya sahip, vantuzlu bir yaratığa dönüşerek, etrafa yapışkan enfektif bir sıvı fışkırtabiliyor. Daha da korkuncu, yaratığın bir şekli olmadığı gibi bir sınırı da yok. Her şekilde, her yönde, her türde dönüşebilir ve büyüyebilir. Elbette bunun ekip içerisinde farkedilmesi ile herkesi inanılmaz bir paranoya yumağı sarıyor. Bu 10 küsür kişiden biri veya birkaçı "şey" ama bunu anlamanın tek yolu, bu kişiyi ateş ile test etmek. Çünkü bu "şey" ateşi kesinlikle sevmiyor ve de bu şey için geceleri -50 derece olan Antartika'da hayatını sürdürebileceği en ideal yer insan vücudunun içi. Tabi olayların gelişimi sırasında yaşadığınız dumuru
bulana kadar. Helikopterden çıkan adamın köpeği öldürmekle ilgili obsesyonu bir yana, ufak da bir sorunu var: İngilizce konuşamıyor. Bu nedenle köpeği neden öldürmek istediğini anlatamıyor, bununla birlikte son bir deneme yaparak köpeği değil, ama kendini havaya uçuruyor. Bunun üzerine karakterlerimiz absürd olayın etkisini atmak üzere viskilerini yudumlamaya devam ediyorlar, sevgili kurtu da diğer kurt köpeklerinin olduğu kafese kapatıyorlar. Bu noktadan sonra film gördüğünüz en rezil durumdaki tuvaletten daha tiksinç, ama daha etkileyici bir hal alıyor. Köpeğin içinden çıkan şey, öyle bir şey ki, etkilediği yaratığı kendine dönüştürdüğü gibi, tekrar onun eski haline dönüyor. Yani dış kabuğu "o" iken, içinde pusuya yatarak ele geçireceği başka canlıları bekliyor. Bir saniye önce köpekken, hemen ardından garip uzantıları olan, antenli, yamuk bir kafaya sahip, vantuzlu bir yaratığa dönüşerek, etrafa yapışkan enfektif bir sıvı fışkırtabiliyor. Daha da korkuncu, yaratığın bir şekli olmadığı gibi bir sınırı da yok. Her şekilde, her yönde, her türde dönüşebilir ve büyüyebilir. Elbette bunun ekip içerisinde farkedilmesi ile herkesi inanılmaz bir paranoya yumağı sarıyor. Bu 10 küsür kişiden biri veya birkaçı "şey" ama bunu anlamanın tek yolu, bu kişiyi ateş ile test etmek. Çünkü bu "şey" ateşi kesinlikle sevmiyor ve de bu şey için geceleri -50 derece olan Antartika'da hayatını sürdürebileceği en ideal yer insan vücudunun içi. Tabi olayların gelişimi sırasında yaşadığınız dumuru  atlattığınız ikinci yarıda karakterle birlikte inanılmaz kriz verici bir takım paranoyalara yakalanıyorsunuz. Çünkü herkes şüpheli gibi, herkes birbirinden şüpheleniyor ve bu "şey"lerin 1'den fazla olması ihtimali de olaya tuz biber ekiyor. Filmin son sahnesine kadar da bu durum devam ediyor. Sonunda tüm ümidimizi bir "test"e bağlıyoruz. Parmaklardan damlayan kanlara batırılan kızgın tele bakarken, bir kez daha ummadığımız yönden yiyoruz yumruğu. Carpenter sürekli, sürekli, sürekli olabilecek en delirtici gerilimi ve korkunç görüntüleri yakalamayı başarıyor. Hatta artık buna uyum sağladığımız filmin sonlarında bile bizimle oynamaya devam ediyor. Tahminen yapılmış en korkunç filmi yapıyor ve bittikten sonra bir süre etkisini kaybetmiyor. Çünkü en "bö!" film olmaktan uzak, tamamen insanların bir arada sıkışıp kaldıkları ve güven ile iktidar denen olguların başka diyarlarda kaldığı bir hikayeyi anlatıyor. 60 yaş üstü kalp hastaları ve 15 yaş altı çocuklar için ölümcül olabilecek, aradaki kitle için ise insanı katil etme potansiyeline sahip bir "şey" bu.
atlattığınız ikinci yarıda karakterle birlikte inanılmaz kriz verici bir takım paranoyalara yakalanıyorsunuz. Çünkü herkes şüpheli gibi, herkes birbirinden şüpheleniyor ve bu "şey"lerin 1'den fazla olması ihtimali de olaya tuz biber ekiyor. Filmin son sahnesine kadar da bu durum devam ediyor. Sonunda tüm ümidimizi bir "test"e bağlıyoruz. Parmaklardan damlayan kanlara batırılan kızgın tele bakarken, bir kez daha ummadığımız yönden yiyoruz yumruğu. Carpenter sürekli, sürekli, sürekli olabilecek en delirtici gerilimi ve korkunç görüntüleri yakalamayı başarıyor. Hatta artık buna uyum sağladığımız filmin sonlarında bile bizimle oynamaya devam ediyor. Tahminen yapılmış en korkunç filmi yapıyor ve bittikten sonra bir süre etkisini kaybetmiyor. Çünkü en "bö!" film olmaktan uzak, tamamen insanların bir arada sıkışıp kaldıkları ve güven ile iktidar denen olguların başka diyarlarda kaldığı bir hikayeyi anlatıyor. 60 yaş üstü kalp hastaları ve 15 yaş altı çocuklar için ölümcül olabilecek, aradaki kitle için ise insanı katil etme potansiyeline sahip bir "şey" bu.9 Kasım 2007 Cuma
#02 - Crash (1996)
 Katil: David Cronenberg
Katil: David CronenbergPlan: David Cronenberg
 yara izleriyle dolu hikayesiydi. Filmin pek çok kişinin midesini kaldıracak kadar penetrasyon merkezli olması ve en masum sahnede bile arkada bir cinsel metaforun varlığı, kesinlikle pazar akşamlarını film izlemeye ayıran anne-baba-çocuğa göre değildi. Elbette Cronenberg, tekrar "sıradan insan"ı alaşağı edip, yeniden yaratmak istemiş, dışarıdan "normal" görünen insanların bir dış etki ile açığa çıkan gerçek arzularını kullanmayı becermişti. Öyle ki bu filmde arabada yapılan sekslerin, birbirine büyük bir hızla çarpan arabaların, motordan çıkan dumanların ve inanılmaz yoğunluğu ile yarattığı güçlü kalp atışlarının hattı hesabı yok. Üstelik bir kişinin ölümüne neden olan araba kazasını, iki kişinin yaşadığı en kuvvetli orgazmdan bile kuvvetli olduğunu savunabilecek kadar cürretkar. Çünkü bu filmi izlerken, ne gördüğümüz arabalar gerçekten araba, ne bu insanlar gerçekten her gün karşımıza çıkıyor, ne de içinde en ufak bir sapkınlık var. Hepimizde ne kadar varsa, bu insanlarda da o kadar var. Sadece açığa çıkmayı bekleyen, parlak ve cilalı arabaların arasında sıkışıp kalmış ruhlarımız, kendini belki de bu kadar büyük değil de "zevk alınan ufak sapıklık"lar ile besliyor. Bu film ise, insanı araba sürerken "ya şu karşıdan gelene 100 ile çarparsam ne olur" diye inceden inceye düşünmeye ve karanlık arzuları ile barışık olmaya çağırıyor. Olabildiğince etkileyici ve ölümcül bir çağrı.
yara izleriyle dolu hikayesiydi. Filmin pek çok kişinin midesini kaldıracak kadar penetrasyon merkezli olması ve en masum sahnede bile arkada bir cinsel metaforun varlığı, kesinlikle pazar akşamlarını film izlemeye ayıran anne-baba-çocuğa göre değildi. Elbette Cronenberg, tekrar "sıradan insan"ı alaşağı edip, yeniden yaratmak istemiş, dışarıdan "normal" görünen insanların bir dış etki ile açığa çıkan gerçek arzularını kullanmayı becermişti. Öyle ki bu filmde arabada yapılan sekslerin, birbirine büyük bir hızla çarpan arabaların, motordan çıkan dumanların ve inanılmaz yoğunluğu ile yarattığı güçlü kalp atışlarının hattı hesabı yok. Üstelik bir kişinin ölümüne neden olan araba kazasını, iki kişinin yaşadığı en kuvvetli orgazmdan bile kuvvetli olduğunu savunabilecek kadar cürretkar. Çünkü bu filmi izlerken, ne gördüğümüz arabalar gerçekten araba, ne bu insanlar gerçekten her gün karşımıza çıkıyor, ne de içinde en ufak bir sapkınlık var. Hepimizde ne kadar varsa, bu insanlarda da o kadar var. Sadece açığa çıkmayı bekleyen, parlak ve cilalı arabaların arasında sıkışıp kalmış ruhlarımız, kendini belki de bu kadar büyük değil de "zevk alınan ufak sapıklık"lar ile besliyor. Bu film ise, insanı araba sürerken "ya şu karşıdan gelene 100 ile çarparsam ne olur" diye inceden inceye düşünmeye ve karanlık arzuları ile barışık olmaya çağırıyor. Olabildiğince etkileyici ve ölümcül bir çağrı.8 Kasım 2007 Perşembe
#01 - Hotaru No Haka (1988)
 Katil: Isao Takahata
Katil: Isao Takahata hemen her açıdan çok güzel bir film bu. Senaryosunda çocuksu saflık ile buz gibi havanın karışımı, başroldeki çocukların harika seslendirmeleri, Takahata-kun'un dönemine göre başarılı çizimleri hiçbir şekilde teknik konularda sesinizi çıkarmamanızı sağlıyor. Elbette bu bir savaş, ve elbette pek çok çocuk öldü, bunu izlerken "ne de olsa gerçek değil, kendimi kaptırmamalıyım" diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu çünkü döneminin Japonyasını olabildiğince gerçekçi bir şekilde anlatıyor. Hem bu kadar güzel, hem bu kadar katlanılmaz olmayı nasıl başarıyor bilmiyorum. Size, eğer daha 30. dakikasında ağlamaya başlamadıysanız, büyük bir sabır sınavı sunuyor. Başkarakterlerimizin kıtlık zamanı hayatta kalmak için sığındıkları halalarının evinde ezilmelerine, ardından gurur yapıp nehir kıyısında bir barınakta yaşamalarına, küçük sevimli Setsuko'nun açlıktan hasta olup derisinin pul pul dökülmesine, hırsızlık yaparak yemek bulmaya çalışmalarına, hatta zamanla sınırları zorlayan bir inorganik besin ziyafetine kadar yer yer duygusal anlamda yer yer de ruhsal anlamda sabır göstermeniz gereken pek çok temaya yer veriyor. Hele son 10 dakikasına katlanmak inanılmaz zor. Bittiği an bir daha izlemek istemeyeceğiniz, belki de hafızanızdan silmek isteyeceğiniz türden bir hikaye bu. IMDB'de bu filmi izledikten sonra psikologa gitmek zorunda kaldığını bildirenler olmuş. Şahsen yediğim pilavın birkaç gün boğazımı dizildiğini hatırlarım. Ardından da 55 yaş altına bu filmin yasaklanması gerektiğini düşünmüştüm. (55 yaş üstündekilerin de çizgi film gözü ile bakıp izlemeyeceklerini hesaplayarak.) Kendini duygusuz, soğukkanlı, "gözü dolmaz" olarak nitelendiren insanlar, gözyaşı kanallarında iltihap olup olmadığını denemek için izleyebilir. Tabi öncesinde sağlık sigortası yaptırmakta fayda var!
hemen her açıdan çok güzel bir film bu. Senaryosunda çocuksu saflık ile buz gibi havanın karışımı, başroldeki çocukların harika seslendirmeleri, Takahata-kun'un dönemine göre başarılı çizimleri hiçbir şekilde teknik konularda sesinizi çıkarmamanızı sağlıyor. Elbette bu bir savaş, ve elbette pek çok çocuk öldü, bunu izlerken "ne de olsa gerçek değil, kendimi kaptırmamalıyım" diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu çünkü döneminin Japonyasını olabildiğince gerçekçi bir şekilde anlatıyor. Hem bu kadar güzel, hem bu kadar katlanılmaz olmayı nasıl başarıyor bilmiyorum. Size, eğer daha 30. dakikasında ağlamaya başlamadıysanız, büyük bir sabır sınavı sunuyor. Başkarakterlerimizin kıtlık zamanı hayatta kalmak için sığındıkları halalarının evinde ezilmelerine, ardından gurur yapıp nehir kıyısında bir barınakta yaşamalarına, küçük sevimli Setsuko'nun açlıktan hasta olup derisinin pul pul dökülmesine, hırsızlık yaparak yemek bulmaya çalışmalarına, hatta zamanla sınırları zorlayan bir inorganik besin ziyafetine kadar yer yer duygusal anlamda yer yer de ruhsal anlamda sabır göstermeniz gereken pek çok temaya yer veriyor. Hele son 10 dakikasına katlanmak inanılmaz zor. Bittiği an bir daha izlemek istemeyeceğiniz, belki de hafızanızdan silmek isteyeceğiniz türden bir hikaye bu. IMDB'de bu filmi izledikten sonra psikologa gitmek zorunda kaldığını bildirenler olmuş. Şahsen yediğim pilavın birkaç gün boğazımı dizildiğini hatırlarım. Ardından da 55 yaş altına bu filmin yasaklanması gerektiğini düşünmüştüm. (55 yaş üstündekilerin de çizgi film gözü ile bakıp izlemeyeceklerini hesaplayarak.) Kendini duygusuz, soğukkanlı, "gözü dolmaz" olarak nitelendiren insanlar, gözyaşı kanallarında iltihap olup olmadığını denemek için izleyebilir. Tabi öncesinde sağlık sigortası yaptırmakta fayda var!
 

